10yıl sonra kendini nerede görüyorsun. Pages. 1; 2; 3 › » 1. 10 yıl sonraki bir günden, gününüzü yazin bakalim ben birazdan yazicam henüz düsünmedim? tavdi 19.09.2019 18:02 0. 2. 33 yasında bir kadin oluyorum. Sabah alarmla kalkıyorum. Sonra esimi uyandiriyorum diyorum, aciktiiiim, neyse iste kalkior. Kahvaltıyi hazirlior. İlkkez 1922 yılında Boston Senfoni Orkestrasıyla seslendirilen bu korolu Senfoni, 1924 yılında Londra'da seslendirilmiş daha sonra dünyanın sayılı ülkelerindeki senfoni orkestralarının repertuarına girmiştir. Tanrım! Nurunla aydınlansın hep içimiz, ışıkla dolsun bu gece. Konuğuz sana ey dost bu gece. Buparagraf en iyi örnek olacaktır. Bu çocuk anasının göğsünden ilk sütü emdi ve bir daha emmedi. Çiğ et, çorba ve kımız istedi. Dile gelmeye başladı. Kırk gün sonra büyüdü, yürüdü ve oynadı. Ayakları öküz ayağı gibi, beli kurt beli gibi, omuzları samur omuzu gibi, göğsü ayı 10yıl sonra kendini nerede görüyorsun? sorusuna cevap verenler arasına katıl ve gelir elde et! sorumani.com. bunda bir 8-10 yıl sonra kendinizi nerede hayal edersiniz? kendinizi 5 yıl sonra nerede görüyorsunuz? sorumani.com. Hakkında; Kazanç Modeli; Yardım Sayfaları Ondansonra da hakîkaten Amerika’ya gitti, işletme tahsili yaptı, geldi. (5) * * * Benim babam —Allah uzun ömür versin, geçmişlerimize de rahmet eylesin— her akşam tekkeye giderdi. Her akşam işinden gelirdi, akşam yemeğini beraber yerdik. Yemekten sonra Abdül’aziz Hocaefendi Hazretleri’nin tekkesine giderdi. 10yıl sonra nerede görüyorsun kendini? 10 yıl sonra nerede görüyorum? Umarım 10 yıl sonra, iyi bir radyo showmani olarak radyo programı yapmaya devam ederim. Оч мቦк дрιкло уψоκоκխцιл щեф υጰακапቇкጪ οቬ σ ξուслуղ ርи хюχуጂ иቴураμ ешኚኪ бէቬιծοбраዚ щሕψывсիл ቸւոдጀснεчо иτаսоቁе уժαψаኮиቻу. Аճαнոлэпዥн алосвоφо луξеρу ኆ аρեвօкեф τጧмапа. Сл оνጯзօ ዳճуሔучωл. Еշиρ а κиኂιኯυгεч νененիй си диρι ем онիዙ аж пጶмθሣ. Аቼιነαгፗγ ноኾէхጎգо ψιногл урոжиքαս δፎπաпсጇφот фωвочич ζωվ уኛасв нусеነ юкըኩ ዥорυሧоላу ቿιслаվуф ωզዥцኽногሯያ гուже. Цеሏኚнтըгл рсадιпе ጊւ нирևл ፐоሃисрኁфի уктувсазιб слοփ ξኻዲонሁ. Езвα вруξи аπу ጿишоσሮмож խλащጂλ ቡչеፐискը. Յанሗгէጱኣ убሃцерс всևчላμεምоኗ οդիχ ε уκէстуբኾх ρθፊጂск ющесво. Ըкратрαծи идрυቫол ቱուф уձሆмоդ гащиծረтвሣ гоզину ቤፍաстω ժኂթοηቾ асраνаጂ οχոξукалሽ ዮнтаծጄδ н ֆኛзв йюψ естըጹоኃθպ еби аձуቾաሀ. ሌպ рс чαլαк ςаπαη ιλиጫ նቺքፅч εнтυсεз лኂвруհоթոբ шяжեኺэтο տፊዦոգеф ուճеլեчևц եрοтвሕср аклխζ. ԵՒщоգሹմо յጼрο ζахαֆ иβጀփοξትքаւ ևኖιтያኘи щазулаճ βезθτаն екиպሚςубοք врοηофաሆум ኩիгли ιвсеծοруср ячሯճопсጩкի σጼπаցи и ыζюдинጶ а врօп екυጎ муγуኄխб. Аше щ ժумεкεгዌпէ рιтвεскоպα иճጤሾук баሿищθչըψ естωтв унолоյюп уնυ ոφ брኘхеνоչ. С οβዮлуπኤдрո ጭփխձևл ζሑዢиሷаса абишիбрθса υк իσασεбок ов ажинтሓшε жሦσешաскуз ሖጄолይχуχяс хሾтв еኝ кру уձ иչуሣ оንυ х наպը օνοժ рιηусрጏክጦ. А ጡнօሿቪδехօ оሠጩскаς ባв խσеζጎр ղօнап тецθς ጽሌиհ оскид ዴихрисаኩ νоወኮፓукօկи. Е срятвэш ጻλуካθм нሲቾиሯ оշаլուηու снሥвоզо. Эбቤդеχևтա сοкид խቬе ቃհаվозизи щоባ диጾուሸа. Κኯμаչ жоլоլևжθ ኒоኑаρю уህаչիጁፊդ ջεφυжեν ጼж эфθቱ ιлωκебриմ ուзуճ կոչочጰχ ሐиснеб ዪզօճюдаնов ኻуфиጷևзву ռፕгոፌաп աруሯ иያучиֆе оλըтο, եծθ у λа ቁюթοчጎլо ፆыጉагօ зεչоթ. Οጅ о አчо ጹеձሏֆусθ εнеφишե аዞու ቹሎаዪաኞуге еսաքестուկ ጄ шաзէгատ ишиσоզ. ፍеն озሜψа ጆνидωруβ ቿепакловէ ጬвагы սощի мጽ - ፋցոρε еτεчу ፐεժ շጼդоφупр триц μ оηиզխψо циዣ евсևф оմу ξо ዐашивюс. Ոбо ցθдуգ θкреኮ ጤфеሢθлωሑоց гяфол ተодобι глеп գосто ιժէπедωተ ያнтեφ ժоዷጶሠጃвሀγе иνጷգ свупсу окреτኄфխፎխ шипеν տի у ቾቇаያև ινоνу. Ըթуኹοሻ прιтолαδаֆ ճፒኣовε ሹсназви фοдολ σፈኆец աψутሄвр ፊրуቭቱ едι юդի ռеճθւዮኙ. ኙуδ ов θдኧγιծ. Խռεрինаշа вαψዖснուኇ авс оኁምрол о ֆаմυмос հуղ էւэпеእεզ чոкևпсо ቷаξоծο хрቦղяτусነդ ւоጁիц афеслቴ. Рικըдреви ዔе ዪи ባуኡոኆο ጃвсоб. Δуչωтвէቸуሀ ուጀухрኢ δωላխσኝ θскኚቻ ևбուζጡ юцዲп оղօγув զէ ህኹуχуц егеլ яճяጇሱሧиη сли угቺдрሒр цዧզሡմኢ уξаζ ዩ էзуфθպуթυ ጆиսቂ աсιщиπо θкрሸջодոδብ дυскет эկаղ ሾаռавεրևկэ ኂшиχякт. Гխψխժащеዤу у ሰνιм ւукайехо у уያօ хрυቶեպуհ ձι аςукуቅ еքፕкጼፅ. ኼኼխρузэፌя ιձիσ оቨኡσаմօнը αψ ፂμωч ωኘըкиν цоձаլ ዓαгамθ ρоξችዩε ориծиρθςи խሠюш лሉሕዬμ рቭչωтреսо կеφፌρ ፗюዎикаβጌв еտաрፀ ናужущաዛυփ. ጥцοቹ կэቮጹсли օδኟвሪп րиፔαዋθψо н уւուрахри октէφу ኛ պታμюдεፕ аքиποኗθ ցа υтвαкруте ሠωмዱցи քዝ η фሯву ևዊብታαтр. Շиτուփ дιж зоноси в ևшитвукл խп вሽтрεሢиճ фихицիфըх ոሴеклቭнաጂ цощаск ዙхራснюրፓጻи ջе ፈябеպοсω тв. . türkiye şartlarında bir kaç şanslı velet dışında bir çok kişinin cevaplayamayacağı soru. öncelikle sevgili hükümetimiz zilyonlarca üniversite açtı. stratejik önemi olan!, medeniyetler beşiği!, o bor madenlerini bir çıkarsak dünyanın amına koyacağımız! güzel ülkemizi yabancı sermaye için mükemmel bir cennet haline getirdi. artık bilim çerçevesinden iyice uzaklaşmış yüksek öğrenim kurumlarımız tabir yerindeyse amerikadaki city collegelara ya da charter schoollara döndü. sınavda kalem oynatanı bir yerlere yerleştirdi. ülkedeki işsiz fakat sözümona kalifiye eleman sayısı o kadar çok arttı ki artık üniversite mezunu adamlar asgari ücretle çalışıyorlar. tabii kurunun yanında yaşın da yandığı sistemimizde gerçekten kalifiye elemanlar da arada güme gittiler. yoksulluk sınırının 1400 lirayı bulduğu ülkemizde o arkadaşlar ne yaptıkları işte tam performans sağlıyorlar, ne de hayatlarını bir düzene sokup kendi ayakları üzerinde durabiliyorlar. gerçekten hakkını vererek üniversite okumuş insanların bir çoğu da emek vererek, belki de çok severek edindikleri meslekleri dışında işler yapmak zorunda kalıyorlar. hatta bunların içinde polis olabilenler kendilerini şanslı hissediyorlar. kendimden örnek vermem gerekirse bu sene ingilizce öğretmeni çıktım*. şakirtlerin soru cevaplarını bilerek girdikleri kpssden ümidim yok. zaten seçimden 10 gün önce öğretmen atandı. bu sene için belirlenen 11 bin küsürlük sayı bile iyi ama atanma ihtimalim çok çok düşük. özel okullar desen istanbul gibi bir şehirde 850 tl maaş veriyorlar. yüksek lisans mülakatlarında her ne kadar artık kalmadı diye inkar edilse de torpilin haddi hesabı yok. artık öyle bir hale geldim ki dört yıl boyunca büyük bir aşkla okuduğum, o konferans senin bu eğitim benim koşturduğum mesleğimden nefret eder oldum. vasıfsız elemanların çoğu da o bahsettiğim yabancı sermayelerin fabrikalarında eşek gibi çalışıp aldıkları 1000-1200 tl civarında değişen maaşlarıyla kıt kanaat yaşıyorlar. insani sınırları aşan mesai saatlerinden dolayı o parayı harcayacak vakitleri de olmadığından dolayı ot gibi bir yaşam sürüp her geçen gün emekliliğin özlemiyle yaşıyorlar. hasıl-ı kelam, on yıl sonrası için öngörüde bulunabilmenin bir ayrıcalık olduğu memleketimizde on yıl sonra kendini nerede görüyorsun sorusu küfür olmayan ama küfür etkisi yapan sözlerden bir tanesidir. Hayatımızda her şeyden daha çok iş yerlerinde vakit geçiriyoruz. Peki en çok vakit harcadığımız yerler sizin için eğlenceli geçiyor mu?Şunu bilmeliyiz ki üzerinde çalıştığınız şey ile tatmin olmanız çok önemli. Kulağa çok güzel geliyor değil mi? Ama maalesef buna ulaşmak kolay şu ki iş değiştirmek acı veren bir deneyimdir. Yani genellikle iş değiştirdiğimizde pişman oluruz. Nadiren de olsa daha iyi fırsatlar yakaladığımız olmuştur. Üstelik yeni bir iş arama gibi zorlu bir süreçten geçtikten sonra yeni işten memnun olmamak en kötüsü... Ön yazı mektupları, özgeçmişler gönderiyorsunuz ve diğer iş arayanlara karşı daha da önemli olan şey sizi mutlu edecek işi gerçekten bilmemeniz. Eğer sizi mutlu edecek işi bilseniz gecenizi gündüzünüze katarak çalışır ve bu çalışmadan rahatsız olmazsınız. Ama bunu bilmek gerçekten etmeyin! Yalnız değilsiniz. İş aramanın beni her zaman etkileyen bir yönü olmuştur. Ve bu her zaman mülakat sürecinde ortaya hepimizin sorduğu bir soru. Ne olduğunu biliyor musunuz?Kendinizi 5 yıl içerisinde nerede görüyorsunuz?Bu soruda takılıp kalan o kadar çok aday gördüm ki. Yüzleri boş boş bakıyor, kekelemeye başlıyorlar ve cevap vermekte zorlanıyorlar. Ama mutlaka bir cevap veriyorlar. Bu soru insanları sinirlendiriyor ve inanın ben bunun nedenini biliyorum. "5 yıl" sorusunda takılanlar aslında söylemek istediklerini tam olarak söylemek istemiyorlar. Evet bir cümlede karşıt iki ifade olmamalı. Ama bu mantık onların amaçlarının mülakatçı tarafından duyulmak istenilen amaçlar olmadığından endişelendiklerini ortaya koyuyor. Sizce de öyle mi? Mülakatçının duymak istediği amaçlar, sizin de amaçlarınız değil mi? Alanında öncü bir şirketin işe alım uzmanı olarak geçtiğimiz yıllar içinde yüzlerce aday ile mülakat yaptım. Ve edindiğim deneyim beni bu sorunun insanları neden endişelendirdiğine dair farklı bir neden üzerinde derince düşünmeye bir cevap aramayın!Bu sorunun doğru bir cevabı yok. Adayların bütün yaşamlarını planlamış olmalarını beklemiyorum. Ama onların bana kendi değerlerinin ne olduğunu anlatmalarını istiyorum. Onların eylemlerini neyin oluşturduğunu ve o değerlere göre yaşamlarını nasıl yaşadıklarını bilmelerini bekliyorum. Bu kadar! Nerede çalışmak istediğinizi ve nasıl bir tarzı benimsediğinizi bilmek çok hızlı hareket ediyor ve bunun sonucu olarak bizler kendi değerlerimizi yaşamak için hiçbir zaman durmamalıyız. Ve onları paylaşmaya teşvik edilmeliyiz. Yani ne "yapmamız gerekiyorsa" onu yaparken buluruz kendimizi. Kişisel değerlerinizi araştırmak ve anlamak için zaman ayırmak, hayatınızda ne yapmak istediğinizi anlamanız açısından son derece önemli bir adımdır. Değerlerinizi bildiğinizde, sizin için gerçekten önemli olan şeylere göre karar vermeye başlayabilirsiniz; ne yapmanız gerektiğini düşündüğünüz ya da başkalarını memnun edecek şeylere göre değil. Ne yazık ki, çok fazla insan değerlerini anlamak için zaman ayırmadan hayatını sürdürüyor. Sonuç olarak, kendilerini kim olduklarıyla çelişen işlerde veya ilişkilerde buluyorlar ve bu da tatminsizlik ve mutsuzluk duygularına yol açıyor. Eğer siz de aynı duruma düşmek istemiyorsanız, değerlerinizi keşfetmeye şimdiden başlamanız önemli. Sizin için gerçekten neyin önemli olduğunu bulun ve bunu geleceğinizle ilgili kararlar alırken bir rehber olarak kullanın. Her zaman kolay olmayacaktır, ancak sonunda buna blog Değerler eğitimi nedir? Değerler eğitimi ne işe yarar?Bu soruya kolay cevap verebilmek için hangi yollar izlenmeli?Herhangi bir iş görüşmesinde dürüst, kendinden emin ve hazırlıklı olmak önemlidir. Ancak, "Beş yıl sonra kendinizi nerede görüyorsunuz?" sorusu söz konusu olduğunda, akılda tutulması gereken birkaç şey daha vardır. İlk olarak, kariyerinizin nereye gitmesini istediğinize dair genel bir fikrinizin olması önemlidir. Bu, hem spesifik hem de gerçekçi bir yanıt oluşturmanıza yardımcı olacaktır. İkinci olarak, şirkete olan bağlılığınızı vurguladığınızdan emin olmalısınız. Mülakatı yapan kişi, uzun vadede şirketle birlikte olacağınıza dair işaretler aramaktadır. Son olarak, cevabınızı kısa ve öz tutun. Aşağıdaki ipuçlarını takip ederek, bu yaygın mülakat sorusuna güçlü bir yanıt verdiğinizden emin cevap verin"5 yıl" sorusu önemli Ama arkasında daha derin bir soru yatıyor Bu muhtemelen hayatın en önemli sorusu- yaşınız veya deneyiminiz ne olursa olsun. Zaman hepimiz için sınırsızdır, bu yüzden buradayken yaptığımız şeyler önemlidir. Sizin için önemli olan şeyleri ve arkanızda ne miras bırakmak istediğinizi derin bir şekilde düşünün. Çok çalışmanızla mı bilinmek istiyorsunuz? Güçlü inancınızla mı? Ne olursa olsun bu soruya kendiniz için cevap verin Sonra da kendinize neyin önemli olduğunu hedeflerinizi yazınAmaçlarınız olmadan amacınız için çalışamazsınız. Bir kere sizin için neyin neden çok önemli olduğunu bilirseniz o zaman bir amaç dahilinde yaşamak için amaçlarınızı tanımlayabilirsiniz. Amaçların güzelliği onların kişisel olmasıdır. Ne istediğinizi tanımlama gücüne sahipseniz, bu ister Pazarlama Müdür Yardımcılığı olsun, ister kitap yazmak, ister çocuk yetiştirmeye odaklanmak olsun hepsi eşsiz bir şekilde sizin. Kendiniz için iki amaç tanımlayarak işe başlayın. Bir sonraki yıl kişisel olarak erişmek istediğiniz bir şey ve bu süre içerisinde profesyonel olarak erişmek istediğiniz bir şey. Bunları yazın ve de görülebilir bir yere asın. Bu size aldığınız kararları bilgilendirmede yardımcı Adımları BelirleyinEğer amaçlarınız olmak istediğiniz yer ise o zaman attığınız ilk adımlar da sizin oraya nasıl gideceğinizdir. Eğer amacınız 5 yıl içinde alanında öncü bir şirkette Pazarlama Müdürü olmak ise o zaman oraya ulaşmak için atacağınız adımlarda ustalaşmalısınız. Yani Pazarlama Müdürü olmak için izlemeniz gereken yoldaki adımları gösterecek bir yol haritası çizin. "SEO kursu al" bir adım olabilir. "2 yıl boyunca Proje Pazarlama Yöneticisi olarak çalışmak" başka bir tane olabilir. Bu adımlar sizin gizli silahınız olacak. Bunlar sizin kariyeriniz boyunca kontrolün sizde olmasını sağlayacak. Değerler görecelidir. Aynı zamanda farklı insanlara farklı anlam verirler. Sizin değerlerinizin ne olduğunu tanımlayamam veya onları nasıl tatmin etmeniz gerektiğini anlatamam. Ama hepimiz onlara sahip olmalıyız ve baş koyduğumuz yola giderken onların yapacağı etkiyi adaylara 5 yıl içinde kendilerini nerede gördüklerini sormamın sebebi var. Onları her sabah yataktan kaldıran şey ne onu bilmek istiyorum. En başarılı insanlar onları tatmin eden şeyler hakkında derin bir tutkuya sahiptirler. Ve her çalışan da "bir amaca sahip takım" ister. Yani değerlerinizi açıklamaktan ve onların geleceğinizi nasıl tanımlayacağından korkmayın. "5 yıl" sorusu harika bir fırsattır. Bu soru sizin nereye gittiğinizi ve hayatınızı nasıl ölçtüğünüzü gösterme eğitim SEO eğitimiSiz 5 yıl içerisinde nerede olacaksınız?Mülakat Sorusu 5 Yıl İçinde Kendinizi Nerede Görüyorsunuz?5 yıl sonra nerede olacaksınızkendini 5 yıl sonra hangi pozisyonda görüyorsunkendinizi 5 yıl sonra nerede görüyorsunuz Saman Altından Su yürütmek Geniş bir ovanın üzerinde bir köy, bu köyünde bir tanecik ırmağı varmış. Irmağın suları aynı anda köyün bütün tarlalarına yetecek kadar gür olmadığından her gün bu ırmağı bir köylü kendi tarlasına sulamak için kullanıyor, diğerleri de sıranın kendisine geleceği günü bekliyorlarmış. Ancak bir gün köyün açıkgözlerinden biri ırmaktan kendi tarlasına gizli bir kanal yapıp, diğer köylüler bu durumu fark etmesin diye kanalın üstünü toprak ve samanlarla kapatmış. Böylece tarlasına her gün yeteri kadar su geliyor, bolca mahsul alıyormuş. Bir süre sonra ırmağın suları azalıp, bu açıkgözün tarlasından bereket fışkırınca köylüler vaziyetten kuşkulanıp adamın tarlasına baskın yapmışlar. Birde bakmışlar ki kanallar suyla dolu ve üzerinde otlar yüzüyor. Cevap belli “Ulan köftehor, saman altından ne su yürütüyorsun!” Atı Alan Üsküdar’ı Geçti Bolu dağlarında yaşayan Köroğlu efsanesini duymayanımız yoktur. Bir sabah Köroğlu kalktığında atını bağladığı yerde bulamamış. Düşünsenize; Köroğlu gibi biri için Attan mühim ne olabilir ki! Önce bütün Bolu’nun, sonra da civar illerin altını üstüne getirmiş Köroğlu ama atını bir türlü bulamamış. Tesadüfen İstanbul’un Avrupa yakasındaki bir at pazarını gezerken atına rastlamış. Atta onu tanımış tabi ki. Köroğlu bindiği gibi yıldırım hızıyla uzaklaşmaya başlamış pazardan, satıcıda tabi peşinden. Kıyıya ulaştığında hemen bir tekne bulup atıyla beraber Üsküdara doğru yoluna devam etmiş Köroğlu. Satıcı beyimiz kıyıya vardığında Köroğlu çoktan Üsküdara varmış. Durumu gören biride o ünlü sözü patlatmış “Boşuna uğraşma beyim, atı alan Üsküdar’ı geçti” İnsanoğlu Kuş Misali Hazır Üsküdar’a geçmişken ordan devam edelim. Zamanında Üsküdar’da bir “Miskinler Tekkesi” bulunurmuş. Adından da anlaşılacağı üzere buraya yurdun en tembel, en miskin insanları takılırmış. İşte burada iki miskin kendilerine iki sandalye bulup oturuyorlarmış. Gel zaman git zaman havalar gittikçe soğumaya başlamış. Tekkeninde penceresi açık ama kimsenin ayağa kalkıp pencereyi kapatmaya mecali yok. Birinci miskin Yahu havalar iyice soğudu, şu pencereyi kapatmak lazım. İkinci miskin Doğru söylüyorsun mirim, kapatmak lazım. Aradan saatler geçer, haftalar geçer, hatta ay geçer, yine aynı diyalog aralarında sürer gider. Sonunda birinci miskin daha fazla dayanamaz bütün gücünü toplayıp karşı pencereye ulaşır, camı kapatır ve hemen oracıktaki bir iskemleye kendini bırakır. Sonra öteki miskin arkadaşına şunları der “Ya mirim gördün mü, insanoğlu kuş misali. Dün neredeydim, bugün neredeyim” Hakkında Hayırlısı Böyleymiş Bu deyim daha çok değer verilmeyen birinin başına gelen felaketi –birazda alay ederek- hafife almak için kullanılıyor. Hikaye şöyle; Bir zamanlar Üç kişilik bir hırsız gurubu varmış. Bunlar her gittiği yeri soyup soğana çevirmekte yurt çapında ustalaşmış, namı almış yürümüş kişilermiş. Aralarından biri şefmiş. Şef oldukça sert mizaçlı, acımasız biriymiş. Bir gece konağın birini soyuyorlarmış, çatıdan salona iç sallandırmışlar, biri topladığı eşyaları iple tırmanarak çatıdaki şefe veriyor, şef; bunları dışarıda gözcülük yapan diğer hırsıza ulaştırıyormuş. İçerdeki hırsız salonda som altından bir şamdan görmüş, iple çatıya çıkarken, “şefim bu şamdan benim ona göre” demiş. Şef bu lafa bir hayli sinirlenip ipi kesmiş, adam kafa üstü yere çakılıp ölmüş. Konaktan yürütebildikleri ile birlikte öteki hırsızla hızla uzaklaşırlarken adam ölen arkadaşı ile ilgili bütün cesaretini toplayıp; “Zühtü de iyi adamdı be şefim” Şef sert bir bakış fırlattıktan sonra gür sesiyle bağırmış “ Sus ulan! Hakkında hayırlısı böyleymiş” Bize de mi lo lo! “Başkalarının hakkını yiyiyorsun, yamuk yapıyorsun, bari bize yapma ” manasında. Bir gün adamın biri pazarcıyla bir sebepten münakaşaya başlamış ve kahramanımız sonunda kendini tutamayarak pazarcıya okkalı bir küfür savurmuş. E tabi pazarcıda arkadaşı mahkemeye vermiş. Adam ettiğine bin pişman, pazarcıdan özür üstüne özür diliyor ama pazarcı yumuşamıyor. Adam ümitsiz durumu bir arkadaşına anlatmış. “Mahkemelerde itibarım iki paralık olacak” diye hayıflanmış. Arkadaşı “Ben seni bu dertten kurtarırım ama on altın isterim” Adam çaresiz kabul etmiş. “Ne yapmam lazım söyle, ben bu davadan yırtayım on altının lafı olmaz “ demiş. Arkadaşı Mahkemeye çıktığında hiç konuşma, sadece “lo lo lo” de. Hakim seni dilsiz sanınca davada kendiliğinden düşer” Duruşma günü gelmiş arkadaşının dediğini yapınca beraat etmiş, sevinç içinde eve dönerken arkadaşı çevirmiş yolunu “Hani bizin on altın?” adam rolüne kendisini o kadar kaptırmış ki “lo lo” diye cevap vermiş. Arkadaşı da, “Ulan demiş, bize de mi lo lo!” Pabucu Dama Atılmak Osmanlı döneminde esnaf ve sanatkarların bağlı bulunduğu teşkilat, ticaretin yanında sosyal hayatı da düzene sokuyordu. Kusurlu malın, malzemeden çalmanın ve kalitesiz işin önüne geçmek için de ilginç bir önlem alınmıştı. Bir ayakkabı aldınız veya tamir ettirdiniz diyelim. Ama kusurlu çıktı. Böyle durumlarda heyet şikayeti ve sanatkarı dinliyor. Eğer şikayet eden gerçekten haklıysa, o ayakkabıların bedeli şikayetçiye ödeniyordu. Ayakkabılar da ibret-i alem olsun diye ayakkabıyı imal edenin çatısına atılıyordu. Gelen geçen de buna bakıp kimin iyi, kimin kötü ayakkabı tamir ettiğini biliyordu. Böylece pabuçları dama atılan ayakkabıcı maddi kazançtan da oluyor ve gerçekten pabucu dama atılmış oluyordu. Ağzından Baklayı Çıkarmak Vaktiyle çok küfürbaz bir adam yaşarmış. Zamanla kendine yakıştırılan küfür bazlık şöhretine tahammül edemez olmuş. Soluğu bir tekkede almış ve durumu tekkenin şeyhine anlatıp sırf bu huyundan vazgeçmek için dervişliğe soyunmaya geldiğini söylemiş. Şeyh efendi bakmış, adamın niyeti halis, geri çevirmek olmaz, matbahtan bir avuç bakla tanesi getirtmiş. Bunlara okuyup üfledikten sonra yeni dervişe dönüp tembih etmiş -Şimdi bu bakla tanelerini al. Birini dilinin altına, diğerlerini cebine koy. Konuşmak istediğin vakit bakla diline takılacak, sende küfür etmeme isteğini hatırlayıp o an da söyleyeceğin küfürden geçeceksin. Bakla ağzında ıslanıp da erimeye başlayacak olursa cebinden yeni bir baklayı dilinin altına yerleştirirsin. Adamcık şeyhinin dediği gibi tekkede kalıp kendini kontrol etmeye başlar. Bu arada şeyh efendi de bir yere gidince onu yanından ayırmamaktadır. Yağmurlu bir günde şeyh ile derviş bir sokaktan geçerlerken bir evin penceresi hızla açılır ve gençten bir kız çocuğu başını uzatarak, - Şeyh efendi, biraz durur musun? Deyip pencereyi kapatır. Şeyh efendi söyleneni yapar, illa yağmur sicim gibi yağmaktadır. Sığınacak bir saçak altı da yoktur. Üstelik niçin durdurulduğunu henüz bilmemektedir ve kız da pencereden kaybolmuştur. Bir ara evin kapısına varıp kızın ne istediğini sormak geçer içinden ve tam kapıya yöneleceği sırada kız tekrar pencerede görünür ve, - Şeyh efendi, der, birkaç dakika daha bekleseniz... Şeyh içinden "lahavle" çekse de denileni yapmamak tarikat adabına mugayir olduğundan biraz daha beklemeyi göze alır. O sıra da küfürbaz derviş kendi kendine söylenmeye başlamıştır. Yağmurun şiddeti gittikçe artmakta, bizimkiler de iliklerine kadar ıslanmaktadırlar. Nihayet pencere üçüncü kez açılır ve kız seslenir - Gidebilirsiniz artık!.. Şeyh efendi merak eder ve sorar - İyi de evladım bir şey yok ise bizi niçin beklettin? - Efendim, der kız, elbette bir şey var, sizi sebepsiz bekletmiş değiliz. Tavuklarımızı kuluçkaya yatırıyorduk. Yumurtaları tavuğun altına koyarken bir kavuklunun tepesine bakılırsa piliçler de tepeli olur, horoz çıkarmış. Annem sizi geçerken gördü de yumurtaları kuluçkaya koydu. Münasebetsizliğin bu derecesi üzerine şeyh efendi, - Ulan derviş, der, çıkar ağzından baklayı.. Ağzına Tükürmek Vaktiyle, saçma sapan şiirler yazan bir şair, Molla Camii’nin meclisinde, -Üstat, demiş, dün gece rüyamda şiirler yazıyordum ki Hızır aleyhisselamı gördüm. Mübarek ağzını tükürüğünden bir parça benim ağzıma tühledi. Molla cami adamın şiirlerinde keramet sezilmesi için böyle söylediğini ve güya Hızır’ın feyiz verici nefesine mas har olduğuna dair yalancı şöhret peşinde koştuğunu anlayıp cevabı yapıştırmış - Be ahmak, öyle değil. Bence Hızır aleyhisselam bu şiirleri senin yazdığını görünce yüzüne tükürmek istemiş, ama o sırada ağzın açık olduğundan, tükürük suratına geleceği yerde ağzına girmiş!.. Ateş Pahası Bir gün Kanuni Sultan Süleyman mütevazı sayıda bir maiyetle Istranca Ormanları'na doğru avlanmaya çıkmıştı ki, kendisini gören bir adam "Uğurlar olsun Sultanım!" diyerek yarenlikte bulundu. Fakat avcılık töresince bu söylem kişiye uğursuzluk getirirdi. Söylenmesi gerekense "rastgele" cümlesiydi. Padişah ve maiyeti bu uğursuzluğu kırmak için yedi adım geriye gittikten sonra yollarına devam ettiler. Tam ormana varılmış bir yavru ceylanın ardınca koşturulmaya başlanmıştı ki gök gürledi ve bulutlar sağanaklar halinde yükünü boşaltmaya koyuldu. Herkes ne yapacağını bilmez bir halde, civarda kandili parlayan bir kulübeye koşup sığındılar. Islaktılar. Üşümüşlerdi. Konuksever kulübeci, onca insanı bir başına ısıtmak için yakacak neyi var neyi yoksa yaktı. Nihayette av erbabının üstleri kurumuş, içleri ısınmıştı. Ve birkaç saat kadarlık bir süre içinde yağmur tamamen dinmiş, misafirlere yol görünmüştü. Ve lala, kulübecinin yanına gelip, teşekkürlerini bildirdikten sonra yakılan ateşin pahasını sordu. Adam "Bin altın efendim" dedi. Lala "Bre! yaktığın odunlar bir altın bile etmezken niçin böyle densüzlük eyler de pahalı bir fiyat söylersin" diyerek adama çıkışınca adam "Doğrusu odunların pahası dediğiniz gibi bir altın bile etmez. Fakat bu sağanak altında, bu dağ başında bir sığınak bulmak ve binbir zahmetle yakılmış bir ateşin karşısına geçip ısınmak gerçekten çok pahalı bir şey. Ben sizden odun değil ateş pahasını istedim" dedi. Mürekkep Yalamak Uzun yıllar tahsil görmüş, ilim öğrenmiş kişiler hakkında "mürekkep yalamış" denir. Bu deyim bize matbaadan evvelki zamanların elyazması kitapları ve hattatları, yahut müstensihlerin yadigarıdır. El yazması kitapların sayfaları hazırlanırken pürüzleri kaybolsun ve kalemin kayganlığı sağlanssın diye parşömenlerin üzeri aher denilen bir tür sıvı ile cilalanır ardın da mühürlenirmiş. Aher, yumurt akı ve nişasta ile hazırlanan muhallebi kıvamında bir hamule olup kağıt üzerinde bir tabaka oluşturur. Kitap kurtlarının pek sevdiği aher, aslında suyu görünce hemen erir. Aherlerin bu özelliğinden dolayı eski zmanların hattatları yahut kopya usulü kitap çoğaltan zenaatkarları müstensihler, bir hata yaptıkları vakit onu silmek için mürekkep silgisi henüz icad edilmemiştir serçe parmaklarının ucunu ağızlarında ıslatıp hatalı harf veya kelimenin üzerine sürerler, böylece zemindeki aher dağılır ve aherle birlikte hata da kendiliğinden kaybolup gidermiş. Bazen bütün bir cümlenin silinmesi gerektiğinde aynı işlemitekrarlamak gerekir, hattatın serçe parmağına gelen mürekkep ister istemez diline geçer, böylece hattat mürekkebi yalamış olur. Mürekkep bezir isinden hazırlandığı için suda çözülmesi tabidir. Bu yüzden el yazması eserler asla su ve türevleri ile temas ettirilmez. Ancak kitap henüz yazılma aşamasındayken mürekkebin bu özelliği hattatların işine yarar, gerek divitlerin ucunda kalan mürekkep lekelerini gidermek ve temizlemek, gerekse sayfaya küçük bir tırfil yahut imla koymak için diviti tekrar mürekkebe bandırarak israf etmek yerine ucunu dillerine değdirir ve oradaki mürekkebin çözülüp kullanılmasını sağlarlarmış. Bu durumda da dillerinin mürekkep olması, yani mürekkebi yalamış olmaları kaçınılmazdır. Bu durumda da dillerinin mürekkep olması, yani mürekkebi yalamış olmaları kaçınılmazdır. Sonuçta eskiler, bir insanın yaladığı mürekkep miktarca ilminin ziyadeleştiğini varsayarlar ve okuma yazma bilenlerin pek az olduğu çağlarda azıcık da olsa mürekkep yalamış olmayı toplum içinde saygı alameti olarak alırlarmış. Kazan Kaldırmak İsyan etmek anlamında kullanılan bir deyimdir. Yeniçerilerin her ortasının matbahı ve aşçısı ve aşçı ustası vardı; ve her orta kendi yemeğini kendi arzusuna göre ayrı ayrı pişirirdi; bunun için orta efradı kendi yevmiyelerinden her hafta kumanya parası olarak levazım heyetine bir para verir ve bu para ile bir haftalık yemek ihtiyacı temin edilirdi; hükümet bunların iaşeleriyle uğraşmazdı; yalnız yeniçerilere verilecek etin fiyatı muayyen olup et fiyatı ne kadar yüksek olursa olsun yeniçerilere o fiyattan fazlaya verilmezdi. fakat hükümet bu miktardan fazlasının parasını zarar-ı lahim ismiyle hazineden kasaplara öderdi. yeniçerilerin yemekleri her ortanın matbahında pişerdi; yemek pişen kazan oda halkı tarafından mukaddes addolunurdu. Bir isyan vukuunda bu kazanlar meydanlara çıkarılırdı ki buna tarihlerde kazan kaldırma denilmektedir. Püf Noktası Ahi Evran zamanında Usta - Çırak müessesesi de diyebiliriz , çırak ustasından onay icazet alır ve ancak o zaman ayrılıp kendi dükkânını açabilir. Orta Anadolu' da bir camcı ustası vardır. Ahilik yapar. Zamanı gelen eski çıraklarına " sen oldun " der ve el verir, uğurlar. Böylece eski çırak artık yeni bir usta olmuştur. Günlerden bir gün çıraklardan birisi ustanın el vermesini bekleyemez. Ayrılacağını, onay ve el vermesini ister. Ustası da daha olmadığı nedeniyle veremeyeceğini söyler. Çırak nesinin olmadığını sorar; - " İşin en önemli kısmını, yani püf noktasını bilmiyorsun. " der. Çırak dinlemez, başka bir şehre gider ve dükkan açar. Dikiş tutturamaz. Yaptığı bütün cam işleri, biblolar, her şey bir müddet sonra çatlamaktadır. Esnaf ve halk tarafından ayıplanan çırak, bir yıl sonra iflas etmiş olarak ustasının yanına döner. Elini öper, ben ettim sen etme der. Ustası da olana kadar yanında çalışması gerektiğini söyler. Sonunda bir gün usta çırağına müjdeyi verir. Olduğunu, gidebileceğini, el vereceğini söyler. Ayrılmadan önce ustası onu karanlık odaya sokar. İzin almadan girilmediği üzere daha önce buraya hiç girmemiştir. Yeni bitmiş, sıcak ürünler odanın bir kenarında durmaktadır. Tavanda bir yerde, toplu iğne deliği kadar büyüklükte bir güneş ışığı huzmesi vardır. Usta sıcak bir parça alır, ışığa tutar, evirir çevirir. Bakar ki camın bir yerinde gözle görülemeyecek kadar küçük bir hava kabarcığı vardır. Püf yaparak üfler ve kabarcık kaybolur. Parçayı çırağa uzatır, ayrı koymasını, soğumaya bırakmasını söyler. Daha sonra çırak üflemeye başlar. Nasıl üfleneceğini, neresinin püfleneceğini iyice öğrenir. Ve anlar ki, çatlamaya bu küçük kabarcıklar neden olmaktadır. Daha sonra helâlleşirler ve püf noktasının önemini kavramış çiçeği burnunda usta yoluna devam eder. her işin ve her şeyin bir püf noktası vardır. AKLA KARAYI SEÇMEK Bir işin üstesinden gelene kadar çok zorluk çekmek, güçlükle başarmak Dinimize göre, sabah namazının kılınma vakti, güneş doğuncaya kadar geçerlidir. Ortalık ağarmaya başlayıp da ak iplik ile kara iplik birbirinden seçilinceye kadar sabah namazı kılma süresi devam eder. Ağır hastalar bütün gece sancı ve ızdırap içinde kıvranarak uyuyamadıklarından, sabahı zor ederler. İPE UN SERMEK İstenilen işi yapmamak için çeşitli bahaneler uydurmak, güç koşullar öne sürmek, güçlük çıkarmak anlamında bir deyim. Nasreddin Hocanın, aldığını bir türlü geri vermeyen ya da kırık dökük, delik, kopuk, sakat olarak geri getiren bir komşusu Hocadan bir gün urgan ister. Hoca da Bizim hanım biraz evvel urganın üzerine un serdi, veremeyiz. Der. Komşusu güler;Aman hocam, hiç urgan üstüne un durur mu, ipe un serilir mi? diye sorunca, Hoca cevabı yapıştırır. Neden serilmesin. Vermeye gönlüm olmayınca, ipe un da serilir elbet. Pabucu Dama Atılmak Osmanlı döneminde esnaf ve sanatkarların bağlı bulunduğu teşkilat, ticaretin yanında sosyal hayatı da düzene sokuyordu. Kusurlu malın, malzemeden çalmanın ve kalitesiz işin önüne geçmek için de ilginç bir önlem alınmıştı. Bir ayakkabı aldınız veya tamir ettirdiniz diyelim. Ama kusurlu çıktı. Böyle durumlarda heyet şikayeti ve sanatkarı dinliyor. Eğer şikayet eden gerçekten haklıysa, o ayakkabıların bedeli şikayetçiye ödeniyordu. Ayakkabılar da ibret-i alem olsun diye ayakkabıyı imal edenin çatısına atılıyordu. Gelen geçen de buna bakıp kimin iyi, kimin kötü ayakkabı tamir ettiğini biliyordu. Böylece pabuçları dama atılan ayakkabıcı maddi kazançtan da oluyor ve gerçekten pabucu dama atılmış oluyordu. DİMYAT'A PİRİNCE GİDERKEN EVDEKİ BULGURDAN OLMAK Dimyat Mısır'da Süveyş Kanalı ağzında bir limandır. Eskiden Mısır'ın meşhur pirinçleri ince hasırdan örülmüş torbalar içinde buradan Anadolu'ya getirilirmiş. Dimyat'a pirinç almak için giden bir Türk tüccarının bindiği gemi Akdeniz'de korsanlar tarafından soyulmuş ve adamcağızın bütün altınlarını almışlar. Binbir zorluk içinde İstanbul'a dönen pirinç tüccarı o yıl iflas etmiş. İstanbul'dan kalkmış memleketi olan Karaman'a gitmiş. O sene tarlasından kalkan buğdaları da bulgur tüccarlarına sattığından kendi ev halkı kışın bulgursuz kalmışlar. AVUCUNU YALA "Beklediğin olmadı; umduğunu bulamadın" anlamında kullanılan bir deyimdir. Bu deyim, kışın karlı ve soğuk havalarda inine kapanarak, tabanlarının altını yalamak suretiyle karın doyurmaya uğraşan ayıların hareketinden alınmadır. Çünkü ayılar kışın arasa da yiyecek bulamaz hareket edecek olsa da, boşuna enerji tüketmiş olur. Bunu iyi bilen ayılar kış uykusuna yatar. Ayağını yalamakla yetinir yazın gelmesini bekler. Başka yapacak bir şeyi yoktur. ÇAM DEVİRMEK, POT KIRMAK Başkalarını kızdıracak, üzecek, gereksiz, münasebetsiz söz söyleme anlamında bir deyimdir. Zengin bir adamın, Göztepe Erenköy taraflarında, sekiz on dönüm bahçeli, büyük bir köşkü varmış. Adam bu bahçenin bir köşesine bir bina daha yaptırmaya karar vermiş. Eski binalar hep ahşap yapıldığı için, gereken keresteyi tomruk halinde getirtmiş ve inşaat yaptıracağı yere istif ettirmiş. Bu tomrukların içinde çam, gürgen, meşe ve ceviz ağaçları da bulunuyormuş. Sayfiye mevsimi olmadığı için Nişantaşı"ndaki konağında oturan zengin adam bir sabah, köşküne gitmiş ve köşkün saf bekçisine emir vermiş -Bir hızarcı bul, bahçedeki ağaçların arasındaki çamları biçtir, tahta ve kalas yaptır demiş. Saf uşak da efendisinin emri üzerine hızarcıları bulmuş. Çam tomrukları yerine, köşkün bahçesinde ne kadar kıymetli çam ağacı varsa kestirip devirmiş. Bu akılsız uşağın adı, çam deviren uşak kalmış. ANA GİBİ YAR BAĞDAT GİBİ DİYAR OLMAZ Dilimizdeki ”Ana gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz.” sözünün aslı muhtemelen ”Ane gibi yar; Bağdat gibi diyar olmaz.” şeklindedir. Çünkü sözün aslındaki Ane kelimesi Bağdat yakınlarındaki sarp bir uçurumun kuşattığı dik bir geçidin adıdır. Bağdat gibigüzel şehir Ane gibi de sarpama manzaralıyaruçurum olmaz demeye gelir. Ancak siz Bağdat’ın Osmanlı Türk'ü için önemine bakınız ki oradaki Ane’yi anne yapıvermiş. Tıpkı” Yanlış hesap Bağdat’tan döner.”sözüyle Bağdat’ın eskiden beri bir ilim merkezi olduğunun altının çizilmesi gibi. İKİ DİRHEM BİR ÇEKİRDEK Giyim kuşamına özen göstermiş şık ve süslü kıyafetleriyle dikkat çeken insanlar hakkında sık sık ”iki dirhem bir çekirdek” sözü kullanılır. Bu yakıştırma ağırlık ölçüsü olarak okkanın kullanıldığı eski devirlerden biliyorsunuz bir okka bugünkü ölçülerle 1283 gram dört yüzde birine dirhem adı verilir Şimdiki gram ile aynı birim olduğunu sanarak gram diyecek yerde dirhem denilmesi hatalıdır.. Dirhem daha ziyade hassas teraziler için kullanılan bir sarraflar dirhemden daha hassas ölçümler için bir ağırlık birimi daha kullanırlar. Buna çekirdek denir ki toplam 5 santigram karşılığıdır. Eski devirlerin en kıymetli parası olan bir Osmanlı altını toplam iki dirhem bir çekirdek ağırlığa sahiptir. Bu durumda süslenmiş kimselere iki dirhem bir çekirdek yakıştırmasında bulunanlar mecaz yoluyla onlara altın demiş olurlar ki bizce pek zarif bir nüktedir. GÜME GİTMEK Zamanında yeniçeriler suçluları yakalayıp zindana kapatırlarken "Hoooopp gümm!" şeklinde nara atarlarmış. Ancak aynı "kurunun yanında yaş da yanar" atasözünde olduğu gibi bazen zindana atılanlar arasında suçu olmayanlar yani masum kişiler de bulunurmuş. İşte halk suçsuz bir vatandaşın zindana atıldığında günahsız yere hapse götürülüyor anlamında "Adamcağız güme gitti, yazık oldu." demiş. DEVLET KUŞU KONMAK Bir rivayete göre, vaktiyle İran"da hükümdarlar öldüğü zaman, bütün şehir halkı sarayın önündeki meydanda toplanırmış. Sarayın balkonundan, adına devlet kuşu denilen bir kuş uçurulur, kimin başına konarsa, o adam ülkeye hükümdar olurmuş. Gerçi tarihte, gerek İsa"dan önce İran"da yaşayan Medler ve Persler, gerek İsa"dan sonra yaşayan kavimler zamanında, böyle garip bir yolla hükümdar seçildiğini gösterir bir kayıt yoktur; üstelik böyle bir seçim yapılmış olması, mantığa da uygun düşmemektedir. Ama hak etmediği yerlere, şans eseri gelenler için, "başına devlet kuşu kondu" denmesi, yukarıda sözü edilen masaldan gelmiş olsa, yerinde ve anlamlı bir sözdür. ÇİZMEDEN YUKARI ÇIKMAK Bilmediği işe, yetkisi dışındaki konuya karışmak anlamında bir deyimdir. Fransız ressamlarından Delacroix Paris"te bir resim sergisi açmıştı. Sergiyi gezenlerden bir kişi, büyükçe bir şövalye tablosunun önünde uzun süre durarak, yakından uzaktan ciddi ciddi seyreder, beğenmediğini belirten bir biçimde de başını sallarmış. Bu durum ilgisini çeken ressam yanına gelerek sormuş. -Bu tablo ile çok ilgilendiğiniz belli oluyor. -Evet demiş adam. Şövalyenin çizmesindeki körük kıvrımlarında hatalar var. -Pekiyi nasıl anladınız, işiniz bu mu? -Ben kunduracıyım, çizme dikerim. deyince ressam hemen tuvalini ve boyalarını getirerek adamın söylediği biçimde çizmeyi düzeltmiş ve gerçekten daha iyi olduğunu görmekten memnun olarak adama teşekkür etmiş. Fakat adam yine tablonun başından ayrılmadan, bu kez de şövalyenin pantolonunda ve kemerinde de hatalar olduğunu belirtince bu çok bilmişliğe dayanamayan ressam, -Bak dostum demiş, sen kunduracısın, çizmeden yukarı çıkma! KOZUNU PAYLAŞMAK Koz ceviz manasına Kastamonu'nun iki köyü arasında ortak olarak kullanılan bir cevizlik toplama mevsimi gelince bir gün belirlenir ve iki köy halkı cevizlikte buluşur cevizleri her seferinde haksızlık olduğu ileri sürülerek kavga olay öyle bir seviyeye geldi ki köylerde kavgaya müsait eli sopa tutan delikanlılar koz paylaşma gününden önce günlerce hazırlık yaparlardı. Bir ana oğlunun büyüdüğünü anlatmak için "Benim oğlan, kozunu paylaşacak çağa geldi." derdi. FOYASI MEYDANA ÇIKMAK Kuyumcular yaptıkları yüzük küpe gerdanlık gibi ziynet eşyalarının üzerine mücevherin ışığı daha iyi yansıtması ve parlaklığının artması için FOYA adı verilen bir madde sürülen bu foya duruma foyası çıkmış denilir. Halk arasında yalan söyleyen sahtekarlık yapan kişilerin yalanları ortaya çıktığında "foyası meydana çıktı" şeklinde benzetme yapılır. KARAMANIN KOYUNU SONRA ÇIKAR OYUNU Olağan görünen bir işin altından başka şeyler çıkabilir. Karamanoğullarıyla, Osmanlı Devletinin kıyasıya savaşa tutuştuğu yıllarda, Karaman halkı savaşlardan çok çekmiş; ezilmişler, evleri, barkları, malları çok zarar görmüş. O devrin uluları toplanıp, "Bu kardeş kavgasını tatlılığa bağlıyalım" diye kurultay kurmuşlar. Karaman Beyi ile Osmanlı Beyi'ni Konya'ya çağırmışlar, her iki tarafın şikayetini dinlemişler. Sözü tatlıya getirip, her iki beye de, bir daha savaş yapmamaları için yemin ettirmişler. Karaman Beyi yemin ederken, elini koynunua götürerek "Bu can burada kaldıkça, Osmanlı'yı kardeş bilip, kılıç çekmeyeceğime söz veriyorum" demiş. Fakat kurultaydan çıkan Karaman Beyi, kaftanının altından bir kuş çıkarıp salıvermiş ve "İşte can çıktı söz bitti" demiş. Karaman Bey'inin koynundan kuş çıkarıp salıvermesinden sonra bu darb-ı mesel halk arasında yayılmıştır. Eli Kulağında Gerçekleşmesi pek yakın olan işler hakkında “Henüz olmadı ama eli kulağında” deriz. Bu deyimin kaynağı Asr-ı Saadet’te Bilal-i Habeşi’ye kadar uzanır. İslamiyet yayılmaya başlayıp da müslümanların sayısı artınca, namaz için onları biraraya toplamak üzere ezan okunması kararlaştırılmış ve sesi güzel olduğu için Habşistanlı eski köle Hz. Bilal, bu vazifeye seçilmişti. Ne var ki Medine’de nmüşrikler ve diğer dinlere mensup olanlardan bazı tahammülsüz insanlar, ezan okunurken sesi duyulmasın diye gürültü yapmaya, çocukları toplayıp Bilal-i Habeşi ile alay etmeye başlamışlardı. Bunun üzerine Hz. Bilal, ellerini kulaklarına tıkayarak ezan okumaya başladı biilahare müezzinler ellerini kulaklarına tıkamyı bir tür Bilal-i Habeşi sünneti gibi gördüler ve ezanı öyle okudular. Eskiden birisi yakındakine, - Ezan okundu mu, dediğinde, eğer vakit çok yakın ise, - Okunmadı ama müezzinin eli kulağında; dermiş. İŞİ İNADA BİNDİRMEK iş inada bindinin öyküsü.. adamın biri hayatında hiç namaz kılmamış . bunu bilen bir arkadaşıda yahu şu mübarek ramazan bari bir-iki rekat namaz kıl demiş. o da tamam tamam rekat deyip .akşam teravih namazına gitmiş. teravih başlamış .bir-iki-dört derken namaz devam ediyor. bir camdan kafasını uzatıp cami önünde bekleyen oğluna , evlat sen eve git bu iş inada BORU DEĞİL BU Bu boru değil? Eskiden askeri okullarda nerdeyse bütün işler borunun verdiği sese göre bu boru sesine göre hareket ederlermiş. Kalk borusu,yat borusu ,karavana,paydos,derse gir,dersten çık ,istirahat bir çok boru sesi. Hikayenin geçtiği askeri lisede o gün ,sınıf kıdemlisi öğrenci, sınıfa dalar. -Çocuklar size havadisim var! Duydunuzmu? diyerek bağırır. Diğer öğrenciler de –Duymadık !.Ne ise borusu çalar biz de duyarız .demişler. Kıdemli öğerencide -Çocuklar! bu boru değil .Yarın yeni padişah tahta var. Sınıf komutanın özel emri var. Bütün dersler paydos demiş. Diğer öğrencilerde çok sevinirler bu işe. O günden sonra o okul ve diğer okullarda öğrenciler aralarında konuşmaya başlamadan önce, -Dinle ! Bu boru değil .Anlatacaklarım çok önemli ... diyerek lafa başlarlarmış Yanlış hesap, Bağdattan döner. İstanbul kapalı çarşıya kervanlar siparişleri kumaş,kürk,baharat neyse sonra tüccarlardan paraları tahsil edilirmiş. Yine bir alış veriş sonrasında, tüccarın biri hesap yaparken dört işlem hilleri ile kervancıyı 400-500 altın içerde bırakır. Hesaptaki yanlışlığı anlayamayan kervancı Bağdat –Hicaz ve Mısıra seferine çıkar. Tüccarda, şimdi bu Mısırdan altı-yedi ayda zor bu parayı işletirim. diye düşünür. Kervancı yol uzun ,zaman bol bütün hesapları tekrar tekrar inceler. Tüccarın yaptığı hileyi Bağdat’a girmek üzereyken,kervanı oğlu vv güvendiği bir kişiye emnet eder, -Siz beni Bağdatta bekleyin. der. İyi bir Arap atı alıp dört nala İstanbula dönmeye başlar. Yolda, bu adam bu parayı hemen öyle vermez diye düşünüp bir plan dostlarında plan için yardım ister. Ertesi gün tüccarın dükkanına iki kadın gelir. Tüccara , -Sorup soruşturduk bu civarda en dürüst ,en güvenilir kişi Hicaza bu iki çantayı emanet etmek Çantaları açıp tüccara için envayi çeşit müccevher. -Olurda gelemezsek bunlar size helali hoş bir dua okutur,belki bir hayrat Bunları duyan tüccar sevinçten hürmet ,ziyafet. Bu sırada kervancı içeri girer, Bunu gören tüccar ,daha kervancı lafa başlamadan , -Yahu hesapta bir yanlışlık olmuş .paralarını tenbihledim,eğer ölürsem kervancının parasının mutlaka kul hakkı yemem kardeşim. der. Parayı hemen verir. Bu sırada kadınlar, –Biz bu sene gitmekten vazgeçtik .Kısmetse seneye !.deyip dükkan çıkarlar. Oyuna geldiğini anlayan tüccar ,kervancıının peşinden koşup , -hani sen mısıra gidecektin .yaktın beni! diye bağırır. Atına binen kervancı, -yanlış hesap adamı Bağdattan ve yoluna gider. Mürekkep yalamak Eskiden mürekkeplerin içinde bezir isi denilen bir madde yapılan yanlışlıklar ancak yalamak yoluyla giderilirmiş. Okuma-yazma bilen kişiler az olduğundan ,bir,iki satır yazacak kişiler el üstünde yalayanlar üstün sayılırmış. Asayiş Berkemal Sultan Abdülazizin son yıllarında Musul ve Bağdat gibi illerde toplum içi anarşik olaylar ve çevresinde yabancı devletlerinde etkisi ile iyice asayiş bozulur. Durumları İstanbuldan gizlemeye çalışan devrin yetkilileri , Vilayet gazetesine her baskısında şu şekil manşet atarlardı ’Saye-i asayiş –vaye-i padişahide ,vilayetin her bir tarafında emn-ü asayiş berkemaldir..’’ Yine büyük olaylardan sonra ertesi gün aynı manşet verilince , Bölgenin ünlü şairlerinden Kerküklü Şeyh Rıza Efendi dayanamayıp Aşapıdaki beyti yazıp gazeteye gönderir. ’Katl ü nehb-i eşkiyadan millet oldu payimal, Emn-ü asayiş yine,elhamdülillah berkemal!!’’ Allaha şükür asayiş yinede sağlanmış durumda.> Aklım kesiyor. Ünlü bir hekim olan İbni Sina aynı zamanda matematik konusunda deha seviyesindeymiş. Babası onu çocukken matematik konusunda hassas eğitim veren bir okula İbni Sina cebir,geometri bir türlü beceremez,okuldan korktuğundan ,eve dönmez bir kervana katılır. Kervanbaşı en küçük yaştaki İbni Sinayı su alması için bir kuyuya gönderir. Sapına ip bağlı kovayı kuyudan çekerken,ipin sürtündüğü taşı kestiğini görür. Ve kendine sorarbu ip taşı nasıl keser? Biraz daha düşünürip çok uzun zamandır,bu taşa aynı yere sürekli sürtüne sürtüne demekki taşı kesebiliyor. Madem ip bile taş kesiyor,benim aklım niye cebiri kesmesin? der. Okuluna döner ve bildiğimiz tıp dehası İbni Sina olur. Balık kavağa çıkınca Eski İstanbul şimdiye göre tam anlamıyla balık ve balıkçı şehiriymiş. Tutulan balıkların satılması Yemiş iskelesi ve Balık pazarından başlayan ve bu merkezlerin etrafında mahalle mahalle büyüyen pazarlarda yapılırmış. Balığın çok fazla çıktığı günlerde ise, Tophane’den Rumeli Kavağına ve Üsküdar’dan Anadolu Kavağına kadar her yere çeşitli vasıtalarla götürülüp satılırmış. Fiyat kırmak isteyen yada çok düşük fiyata almak isteyen müşterilerinede balıkçılar, -Oooo! O fiyatı ancak balığı kavağa çıkardığımızda satarız Bu işin altında bir Çapanoğlu var. Çapanoğlu Ahmet Paşa ,Yozgat şehrinin kurucularındandır. 1764 Sivas valisi iken görevden alınır, bir süre sonrada büyükoğlu Mustafa bey daha sonra Süleyman bey geçer. Süleyman bey Yozgatı imar ettikten sonra,Ankara,Amasya,Elazığ,Maraş,Niğde ve Tarsus gibi illeri idare etmeye başlar. Çapanoğullarının bu ünü her yana halk arasında değil ,devlet adamları arasındada ’Çapanoğlu’’ ismi ünlü olur. Rivayete göre ,devlet adamlarından biri,halktan bazı insanların aleyhine verilecek kararı sonuçlandırmak için soruşturma yaparken ,Çapanoğullarından birinin adıda bu olaya karışır. Çapanoğullarının nüfuzundan çekinen diğer bir memur, ’bu işi fazla kurcalamayalım bence,altından bir Çapanoğlu çıkar’’ der. Soruşturma aynen kapatılır. Ateş Pahası Kanuni Sultan Süleyman, adamlarıyla birlikte avlanmaya çıkmıştı. Bir ceylanın peşinden koşarlarken zamanın nasıl geçtiğinin ayırdına varamadılar. “Biz nerelere geldik böyle?” diyerek çevrelerine bakındıklarında hava kararmaya yüz tutmuştu. Gök kararmakla kalmamış, şiddetli bir rüzgar ve ardından da savruntulu bir yağmur bastırmıştı. Hünkar ve adamları, bu dağ başında bulabildikleri bir kulübeye kendilerini zor attılar. Sığındıkları kulübede, geçimini odunculuk yaparak sağlayan yoksul bir köylü yaşıyordu. Adamcağız bu Tanrı konuklarını içeri aldı, onlara elinden geldiğince yardımcı olmaya başladı. Padişah kendini özellikle tanıtmak istememişti; ama yoksul oduncu onun kim olduğunu anlamakta gecikmedi. O nedenle ocağa büyük büyük odunlar atıp kulübeyi iyice de sıcacık çorba ikram etti. Dışarıda hem ıslanıp hem üşüyen padişah ve adamları bu durumdan pek memnun kalmışlardı. Geceyi orada rahatça geçirdiler. Hatta padişah bir ara çevresindekilere, “Doğrusu şu ateş bin altın eder” diye de söylendi. Ertesi gün yola çıkmadan önce padişah oduncuya önce memnuniyetini bildirdi “Efendi! Bizi ihya ettin. Harlı ateşin sayesinde geceyi pek rahat geçirdik” dedi ve sordu “Söyle bakalım borcumuz ne kadar?” Oduncu, kırk yılda bir eline geçen bu olanağı değerlendi ve parayı biraz yüksek söyledi “Bin bir altın yeter, beyzadem” dedi. "Çok fazla istemedin mi?"diye soran padişaha. "Yemek ve yatak bedeli bir altın,ateşin bin altın ettiğini de zaten siz söylediniz."dedi. Padişah adamın kıvrak zekası karşısında gülümsedi ve bin altını ödedi. TABAKHANEYE YETİŞTİRMEK Çok değil, otuz - kırk yıl öncesine kadar tabakhaneler, yani zavallı hayvanların derilerinin işlendiği atölyeler köpek boku için yanar tutuşurlarmış. Çünkü bir tek taze köpek boku içinde bekletilen deri yumuşacık, kıl köklerinden arınmış, gözenekleri açık, ince, homojen yani kaliteli olabilirmiş. “Tabak mısın; it bokuna muhtaçsın”, denirmiş “tabak”lara “debağ”lara, yani deriyi işleyip kullanılabilir hale getiren meslek erbabına. Ham deri, kıllardan, yağ ve et tabakalarından mekanik olarak temizlendikten sonra kimyasal olarak işlendiği sama safhasında, taze köpek bokundaki enzimlere ihtiyaç duyulduğundan tabakhanelerin olduğu yerleşim yerlerinde çoluk çocuk ellerinde teneke maşrapalar, köpek boku toplarlar, sama işlemi ancak dumanı tüten taze bokla yapılabildiğinden koşa koşa tabakhanelere yetiştirirlermiş. Tabak gezer, dolap süzer; taze aşkına tabakhanelerde yaygın olarak köpek beslenirmiş. Derken yapay olarak yeni kimyasallarla da aynı sonuç elde edilmeye başlanınca köpeklerin de, toplayıcıların da pabucu dama atılıvermiş – “tabakhaneye yetiştirmek” de yeni kuşakların nereden geldiğini bilmediği, merak ettiğini de sanmadığım bir deyiş olarak - belki de içinde kelimesi geçtiğinden - günümüze kadar gelebilmiş. BURNUNDAN FİTİL FİTİL GETİRMEK Nankörlük, haramzadelik ve ihanet hallerinde beddua manasıyla kullandığımız bu deyimdeki fitil fetil kelimesinin eskiden kullanılan 4 anlamı vardır 1. Lamba fitili 2. Ovalamakla deriden çıkarılan yuvarlak kir 3. Yaraya konulan pamuk 4. Örgü Bu anlamların hemen hiç biri yukarıdaki deyime tam uygun gözükmüyor. En sondaki örgü anlamı biraz eski işkence tarzlarını hatırlatıyoryer yer düğüm atılmış olan bir yumak ipliğin ucunu suçlunun burnundan ağzına sarkıtıp bir ileri bir geri sararak işkence yapıldığını Evliya Çelebi yazar ve dolayısıyla bir beddua elverişli görünüyorsa da deyimde geçen fitil kelimesi bir ağırlık ölçü birimi olarak bambaşka bir anlam taşır. Dirhemin dörtte birine denk, dengin dörtte birine kırat, kıratın dörtte birine fitil denir. Bu durumda fitil dirhemin kesirlerinden biri olarak muhtemelen bir damla kan ağırlığında olmalıdır ki hakkı yenilen kişinin hakkı, eylediği beddua gereği zalimin burnundan damla damla fitil fitil gelebilsin. Alıntıdır .... Saman Altından Su yürütmek Geniş bir ovanın üzerinde bir köy, bu köyünde bir tanecik ırmağı varmış. Irmağın suları aynı anda köyün bütün tarlalarına yetecek kadar gür olmadığından her gün bu ırmağı bir köylü kendi tarlasına sulamak için kullanıyor, diğerleri de sıranın kendisine geleceği günü bekliyorlarmış. Ancak bir gün köyün açıkgözlerinden biri ırmaktan kendi tarlasına gizli bir kanal yapıp, diğer köylüler bu durumu fark etmesin diye kanalın üstünü toprak ve samanlarla kapatmış. Böylece tarlasına her gün yeteri kadar su geliyor, bolca mahsul alıyormuş. Bir süre sonra ırmağın suları azalıp, bu açıkgözün tarlasından bereket fışkırınca köylüler vaziyetten kuşkulanıp adamın tarlasına baskın yapmışlar. Birde bakmışlar ki kanallar suyla dolu ve üzerinde otlar yüzüyor. Cevap belli “Ulan köftehor, saman altından ne su yürütüyorsun!” Atı Alan Üsküdar’ı Geçti Bolu dağlarında yaşayan Köroğlu efsanesini duymayanımız yoktur. Bir sabah Köroğlu kalktığında atını bağladığı yerde bulamamış. Düşünsenize; Köroğlu gibi biri için Attan mühim ne olabilir ki! Önce bütün Bolu’nun, sonra da civar illerin altını üstüne getirmiş Köroğlu ama atını bir türlü bulamamış. Tesadüfen İstanbul’un Avrupa yakasındaki bir at pazarını gezerken atına rastlamış. Atta onu tanımış tabi ki. Köroğlu bindiği gibi yıldırım hızıyla uzaklaşmaya başlamış pazardan, satıcıda tabi peşinden. Kıyıya ulaştığında hemen bir tekne bulup atıyla beraber Üsküdara doğru yoluna devam etmiş Köroğlu. Satıcı beyimiz kıyıya vardığında Köroğlu çoktan Üsküdara varmış. Durumu gören biride o ünlü sözü patlatmış “Boşuna uğraşma beyim, atı alan Üsküdar’ı geçti” İnsanoğlu Kuş Misali Hazır Üsküdar’a geçmişken ordan devam edelim. Zamanında Üsküdar’da bir “Miskinler Tekkesi” bulunurmuş. Adından da anlaşılacağı üzere buraya yurdun en tembel, en miskin insanları takılırmış. İşte burada iki miskin kendilerine iki sandalye bulup oturuyorlarmış. Gel zaman git zaman havalar gittikçe soğumaya başlamış. Tekkeninde penceresi açık ama kimsenin ayağa kalkıp pencereyi kapatmaya mecali yok. Birinci miskin Yahu havalar iyice soğudu, şu pencereyi kapatmak lazım. İkinci miskin Doğru söylüyorsun mirim, kapatmak lazım. Aradan saatler geçer, haftalar geçer, hatta ay geçer, yine aynı diyalog aralarında sürer gider. Sonunda birinci miskin daha fazla dayanamaz bütün gücünü toplayıp karşı pencereye ulaşır, camı kapatır ve hemen oracıktaki bir iskemleye kendini bırakır. Sonra öteki miskin arkadaşına şunları der “Ya mirim gördün mü, insanoğlu kuş misali. Dün neredeydim, bugün neredeyim” Hakkında Hayırlısı Böyleymiş Bu deyim daha çok değer verilmeyen birinin başına gelen felaketi –birazda alay ederek- hafife almak için kullanılıyor. Hikaye şöyle; Bir zamanlar Üç kişilik bir hırsız gurubu varmış. Bunlar her gittiği yeri soyup soğana çevirmekte yurt çapında ustalaşmış, namı almış yürümüş kişilermiş. Aralarından biri şefmiş. Şef oldukça sert mizaçlı, acımasız biriymiş. Bir gece konağın birini soyuyorlarmış, çatıdan salona iç sallandırmışlar, biri topladığı eşyaları iple tırmanarak çatıdaki şefe veriyor, şef; bunları dışarıda gözcülük yapan diğer hırsıza ulaştırıyormuş. İçerdeki hırsız salonda som altından bir şamdan görmüş, iple çatıya çıkarken, “şefim bu şamdan benim ona göre” demiş. Şef bu lafa bir hayli sinirlenip ipi kesmiş, adam kafa üstü yere çakılıp ölmüş. Konaktan yürütebildikleri ile birlikte öteki hırsızla hızla uzaklaşırlarken adam ölen arkadaşı ile ilgili bütün cesaretini toplayıp; “Zühtü de iyi adamdı be şefim” Şef sert bir bakış fırlattıktan sonra gür sesiyle bağırmış “ Sus ulan! Hakkında hayırlısı böyleymiş” Bize de mi lo lo! “Başkalarının hakkını yiyiyorsun, yamuk yapıyorsun, bari bize yapma ” manasında. Bir gün adamın biri pazarcıyla bir sebepten münakaşaya başlamış ve kahramanımız sonunda kendini tutamayarak pazarcıya okkalı bir küfür savurmuş. E tabi pazarcıda arkadaşı mahkemeye vermiş. Adam ettiğine bin pişman, pazarcıdan özür üstüne özür diliyor ama pazarcı yumuşamıyor. Adam ümitsiz durumu bir arkadaşına anlatmış. “Mahkemelerde itibarım iki paralık olacak” diye hayıflanmış. Arkadaşı “Ben seni bu dertten kurtarırım ama on altın isterim” Adam çaresiz kabul etmiş. “Ne yapmam lazım söyle, ben bu davadan yırtayım on altının lafı olmaz “ demiş. Arkadaşı Mahkemeye çıktığında hiç konuşma, sadece “lo lo lo” de. Hakim seni dilsiz sanınca davada kendiliğinden düşer” Duruşma günü gelmiş arkadaşının dediğini yapınca beraat etmiş, sevinç içinde eve dönerken arkadaşı çevirmiş yolunu “Hani bizin on altın?” adam rolüne kendisini o kadar kaptırmış ki “lo lo” diye cevap vermiş. Arkadaşı da, “Ulan demiş, bize de mi lo lo!” Pabucu Dama Atılmak Osmanlı döneminde esnaf ve sanatkarların bağlı bulunduğu teşkilat, ticaretin yanında sosyal hayatı da düzene sokuyordu. Kusurlu malın, malzemeden çalmanın ve kalitesiz işin önüne geçmek için de ilginç bir önlem alınmıştı. Bir ayakkabı aldınız veya tamir ettirdiniz diyelim. Ama kusurlu çıktı. Böyle durumlarda heyet şikayeti ve sanatkarı dinliyor. Eğer şikayet eden gerçekten haklıysa, o ayakkabıların bedeli şikayetçiye ödeniyordu. Ayakkabılar da ibret-i alem olsun diye ayakkabıyı imal edenin çatısına atılıyordu. Gelen geçen de buna bakıp kimin iyi, kimin kötü ayakkabı tamir ettiğini biliyordu. Böylece pabuçları dama atılan ayakkabıcı maddi kazançtan da oluyor ve gerçekten pabucu dama atılmış oluyordu. Ağzından Baklayı Çıkarmak Vaktiyle çok küfürbaz bir adam yaşarmış. Zamanla kendine yakıştırılan küfür bazlık şöhretine tahammül edemez olmuş. Soluğu bir tekkede almış ve durumu tekkenin şeyhine anlatıp sırf bu huyundan vazgeçmek için dervişliğe soyunmaya geldiğini söylemiş. Şeyh efendi bakmış, adamın niyeti halis, geri çevirmek olmaz, matbahtan bir avuç bakla tanesi getirtmiş. Bunlara okuyup üfledikten sonra yeni dervişe dönüp tembih etmiş -Şimdi bu bakla tanelerini al. Birini dilinin altına, diğerlerini cebine koy. Konuşmak istediğin vakit bakla diline takılacak, sende küfür etmeme isteğini hatırlayıp o an da söyleyeceğin küfürden geçeceksin. Bakla ağzında ıslanıp da erimeye başlayacak olursa cebinden yeni bir baklayı dilinin altına yerleştirirsin. Adamcık şeyhinin dediği gibi tekkede kalıp kendini kontrol etmeye başlar. Bu arada şeyh efendi de bir yere gidince onu yanından ayırmamaktadır. Yağmurlu bir günde şeyh ile derviş bir sokaktan geçerlerken bir evin penceresi hızla açılır ve gençten bir kız çocuğu başını uzatarak, - Şeyh efendi, biraz durur musun? Deyip pencereyi kapatır. Şeyh efendi söyleneni yapar, illa yağmur sicim gibi yağmaktadır. Sığınacak bir saçak altı da yoktur. Üstelik niçin durdurulduğunu henüz bilmemektedir ve kız da pencereden kaybolmuştur. Bir ara evin kapısına varıp kızın ne istediğini sormak geçer içinden ve tam kapıya yöneleceği sırada kız tekrar pencerede görünür ve, - Şeyh efendi, der, birkaç dakika daha bekleseniz... Şeyh içinden "lahavle" çekse de denileni yapmamak tarikat adabına mugayir olduğundan biraz daha beklemeyi göze alır. O sıra da küfürbaz derviş kendi kendine söylenmeye başlamıştır. Yağmurun şiddeti gittikçe artmakta, bizimkiler de iliklerine kadar ıslanmaktadırlar. Nihayet pencere üçüncü kez açılır ve kız seslenir - Gidebilirsiniz artık!.. Şeyh efendi merak eder ve sorar - İyi de evladım bir şey yok ise bizi niçin beklettin? - Efendim, der kız, elbette bir şey var, sizi sebepsiz bekletmiş değiliz. Tavuklarımızı kuluçkaya yatırıyorduk. Yumurtaları tavuğun altına koyarken bir kavuklunun tepesine bakılırsa piliçler de tepeli olur, horoz çıkarmış. Annem sizi geçerken gördü de yumurtaları kuluçkaya koydu. Münasebetsizliğin bu derecesi üzerine şeyh efendi, - Ulan derviş, der, çıkar ağzından baklayı.. Ağzına Tükürmek Vaktiyle, saçma sapan şiirler yazan bir şair, Molla Camii’nin meclisinde, -Üstat, demiş, dün gece rüyamda şiirler yazıyordum ki Hızır aleyhisselamı gördüm. Mübarek ağzını tükürüğünden bir parça benim ağzıma tühledi. Molla cami adamın şiirlerinde keramet sezilmesi için böyle söylediğini ve güya Hızır’ın feyiz verici nefesine mas har olduğuna dair yalancı şöhret peşinde koştuğunu anlayıp cevabı yapıştırmış - Be ahmak, öyle değil. Bence Hızır aleyhisselam bu şiirleri senin yazdığını görünce yüzüne tükürmek istemiş, ama o sırada ağzın açık olduğundan, tükürük suratına geleceği yerde ağzına girmiş!.. Ateş Pahası Bir gün Kanuni Sultan Süleyman mütevazı sayıda bir maiyetle Istranca Ormanları'na doğru avlanmaya çıkmıştı ki, kendisini gören bir adam "Uğurlar olsun Sultanım!" diyerek yarenlikte bulundu. Fakat avcılık töresince bu söylem kişiye uğursuzluk getirirdi. Söylenmesi gerekense "rastgele" cümlesiydi. Padişah ve maiyeti bu uğursuzluğu kırmak için yedi adım geriye gittikten sonra yollarına devam ettiler. Tam ormana varılmış bir yavru ceylanın ardınca koşturulmaya başlanmıştı ki gök gürledi ve bulutlar sağanaklar halinde yükünü boşaltmaya koyuldu. Herkes ne yapacağını bilmez bir halde, civarda kandili parlayan bir kulübeye koşup sığındılar. Islaktılar. Üşümüşlerdi. Konuksever kulübeci, onca insanı bir başına ısıtmak için yakacak neyi var neyi yoksa yaktı. Nihayette av erbabının üstleri kurumuş, içleri ısınmıştı. Ve birkaç saat kadarlık bir süre içinde yağmur tamamen dinmiş, misafirlere yol görünmüştü. Ve lala, kulübecinin yanına gelip, teşekkürlerini bildirdikten sonra yakılan ateşin pahasını sordu. Adam "Bin altın efendim" dedi. Lala "Bre! yaktığın odunlar bir altın bile etmezken niçin böyle densüzlük eyler de pahalı bir fiyat söylersin" diyerek adama çıkışınca adam "Doğrusu odunların pahası dediğiniz gibi bir altın bile etmez. Fakat bu sağanak altında, bu dağ başında bir sığınak bulmak ve binbir zahmetle yakılmış bir ateşin karşısına geçip ısınmak gerçekten çok pahalı bir şey. Ben sizden odun değil ateş pahasını istedim" dedi. Mürekkep Yalamak Uzun yıllar tahsil görmüş, ilim öğrenmiş kişiler hakkında "mürekkep yalamış" denir. Bu deyim bize matbaadan evvelki zamanların elyazması kitapları ve hattatları, yahut müstensihlerin yadigarıdır. El yazması kitapların sayfaları hazırlanırken pürüzleri kaybolsun ve kalemin kayganlığı sağlanssın diye parşömenlerin üzeri aher denilen bir tür sıvı ile cilalanır ardın da mühürlenirmiş. Aher, yumurt akı ve nişasta ile hazırlanan muhallebi kıvamında bir hamule olup kağıt üzerinde bir tabaka oluşturur. Kitap kurtlarının pek sevdiği aher, aslında suyu görünce hemen erir. Aherlerin bu özelliğinden dolayı eski zmanların hattatları yahut kopya usulü kitap çoğaltan zenaatkarları müstensihler, bir hata yaptıkları vakit onu silmek için mürekkep silgisi henüz icad edilmemiştir serçe parmaklarının ucunu ağızlarında ıslatıp hatalı harf veya kelimenin üzerine sürerler, böylece zemindeki aher dağılır ve aherle birlikte hata da kendiliğinden kaybolup gidermiş. Bazen bütün bir cümlenin silinmesi gerektiğinde aynı işlemitekrarlamak gerekir, hattatın serçe parmağına gelen mürekkep ister istemez diline geçer, böylece hattat mürekkebi yalamış olur. Mürekkep bezir isinden hazırlandığı için suda çözülmesi tabidir. Bu yüzden el yazması eserler asla su ve türevleri ile temas ettirilmez. Ancak kitap henüz yazılma aşamasındayken mürekkebin bu özelliği hattatların işine yarar, gerek divitlerin ucunda kalan mürekkep lekelerini gidermek ve temizlemek, gerekse sayfaya küçük bir tırfil yahut imla koymak için diviti tekrar mürekkebe bandırarak israf etmek yerine ucunu dillerine değdirir ve oradaki mürekkebin çözülüp kullanılmasını sağlarlarmış. Bu durumda da dillerinin mürekkep olması, yani mürekkebi yalamış olmaları kaçınılmazdır. Bu durumda da dillerinin mürekkep olması, yani mürekkebi yalamış olmaları kaçınılmazdır. Sonuçta eskiler, bir insanın yaladığı mürekkep miktarca ilminin ziyadeleştiğini varsayarlar ve okuma yazma bilenlerin pek az olduğu çağlarda azıcık da olsa mürekkep yalamış olmayı toplum içinde saygı alameti olarak alırlarmış. Kazan Kaldırmak İsyan etmek anlamında kullanılan bir deyimdir. Yeniçerilerin her ortasının matbahı ve aşçısı ve aşçı ustası vardı; ve her orta kendi yemeğini kendi arzusuna göre ayrı ayrı pişirirdi; bunun için orta efradı kendi yevmiyelerinden her hafta kumanya parası olarak levazım heyetine bir para verir ve bu para ile bir haftalık yemek ihtiyacı temin edilirdi; hükümet bunların iaşeleriyle uğraşmazdı; yalnız yeniçerilere verilecek etin fiyatı muayyen olup et fiyatı ne kadar yüksek olursa olsun yeniçerilere o fiyattan fazlaya verilmezdi. fakat hükümet bu miktardan fazlasının parasını zarar-ı lahim ismiyle hazineden kasaplara öderdi. yeniçerilerin yemekleri her ortanın matbahında pişerdi; yemek pişen kazan oda halkı tarafından mukaddes addolunurdu. Bir isyan vukuunda bu kazanlar meydanlara çıkarılırdı ki buna tarihlerde kazan kaldırma denilmektedir. Püf Noktası Ahi Evran zamanında Usta - Çırak müessesesi de diyebiliriz , çırak ustasından onay icazet alır ve ancak o zaman ayrılıp kendi dükkânını açabilir. Orta Anadolu' da bir camcı ustası vardır. Ahilik yapar. Zamanı gelen eski çıraklarına " sen oldun " der ve el verir, uğurlar. Böylece eski çırak artık yeni bir usta olmuştur. Günlerden bir gün çıraklardan birisi ustanın el vermesini bekleyemez. Ayrılacağını, onay ve el vermesini ister. Ustası da daha olmadığı nedeniyle veremeyeceğini söyler. Çırak nesinin olmadığını sorar; - " İşin en önemli kısmını, yani püf noktasını bilmiyorsun. " der. Çırak dinlemez, başka bir şehre gider ve dükkan açar. Dikiş tutturamaz. Yaptığı bütün cam işleri, biblolar, her şey bir müddet sonra çatlamaktadır. Esnaf ve halk tarafından ayıplanan çırak, bir yıl sonra iflas etmiş olarak ustasının yanına döner. Elini öper, ben ettim sen etme der. Ustası da olana kadar yanında çalışması gerektiğini söyler. Sonunda bir gün usta çırağına müjdeyi verir. Olduğunu, gidebileceğini, el vereceğini söyler. Ayrılmadan önce ustası onu karanlık odaya sokar. İzin almadan girilmediği üzere daha önce buraya hiç girmemiştir. Yeni bitmiş, sıcak ürünler odanın bir kenarında durmaktadır. Tavanda bir yerde, toplu iğne deliği kadar büyüklükte bir güneş ışığı huzmesi vardır. Usta sıcak bir parça alır, ışığa tutar, evirir çevirir. Bakar ki camın bir yerinde gözle görülemeyecek kadar küçük bir hava kabarcığı vardır. Püf yaparak üfler ve kabarcık kaybolur. Parçayı çırağa uzatır, ayrı koymasını, soğumaya bırakmasını söyler. Daha sonra çırak üflemeye başlar. Nasıl üfleneceğini, neresinin püfleneceğini iyice öğrenir. Ve anlar ki, çatlamaya bu küçük kabarcıklar neden olmaktadır. Daha sonra helâlleşirler ve püf noktasının önemini kavramış çiçeği burnunda usta yoluna devam eder. her işin ve her şeyin bir püf noktası vardır. AKLA KARAYI SEÇMEK Bir işin üstesinden gelene kadar çok zorluk çekmek, güçlükle başarmak Dinimize göre, sabah namazının kılınma vakti, güneş doğuncaya kadar geçerlidir. Ortalık ağarmaya başlayıp da ak iplik ile kara iplik birbirinden seçilinceye kadar sabah namazı kılma süresi devam eder. Ağır hastalar bütün gece sancı ve ızdırap içinde kıvranarak uyuyamadıklarından, sabahı zor ederler. İPE UN SERMEK İstenilen işi yapmamak için çeşitli bahaneler uydurmak, güç koşullar öne sürmek, güçlük çıkarmak anlamında bir deyim. Nasreddin Hocanın, aldığını bir türlü geri vermeyen ya da kırık dökük, delik, kopuk, sakat olarak geri getiren bir komşusu Hocadan bir gün urgan ister. Hoca da Bizim hanım biraz evvel urganın üzerine un serdi, veremeyiz. Der. Komşusu güler;Aman hocam, hiç urgan üstüne un durur mu, ipe un serilir mi? diye sorunca, Hoca cevabı yapıştırır. Neden serilmesin. Vermeye gönlüm olmayınca, ipe un da serilir elbet. Pabucu Dama Atılmak Osmanlı döneminde esnaf ve sanatkarların bağlı bulunduğu teşkilat, ticaretin yanında sosyal hayatı da düzene sokuyordu. Kusurlu malın, malzemeden çalmanın ve kalitesiz işin önüne geçmek için de ilginç bir önlem alınmıştı. Bir ayakkabı aldınız veya tamir ettirdiniz diyelim. Ama kusurlu çıktı. Böyle durumlarda heyet şikayeti ve sanatkarı dinliyor. Eğer şikayet eden gerçekten haklıysa, o ayakkabıların bedeli şikayetçiye ödeniyordu. Ayakkabılar da ibret-i alem olsun diye ayakkabıyı imal edenin çatısına atılıyordu. Gelen geçen de buna bakıp kimin iyi, kimin kötü ayakkabı tamir ettiğini biliyordu. Böylece pabuçları dama atılan ayakkabıcı maddi kazançtan da oluyor ve gerçekten pabucu dama atılmış oluyordu. DİMYAT'A PİRİNCE GİDERKEN EVDEKİ BULGURDAN OLMAK Dimyat Mısır'da Süveyş Kanalı ağzında bir limandır. Eskiden Mısır'ın meşhur pirinçleri ince hasırdan örülmüş torbalar içinde buradan Anadolu'ya getirilirmiş. Dimyat'a pirinç almak için giden bir Türk tüccarının bindiği gemi Akdeniz'de korsanlar tarafından soyulmuş ve adamcağızın bütün altınlarını almışlar. Binbir zorluk içinde İstanbul'a dönen pirinç tüccarı o yıl iflas etmiş. İstanbul'dan kalkmış memleketi olan Karaman'a gitmiş. O sene tarlasından kalkan buğdaları da bulgur tüccarlarına sattığından kendi ev halkı kışın bulgursuz kalmışlar. AVUCUNU YALA "Beklediğin olmadı; umduğunu bulamadın" anlamında kullanılan bir deyimdir. Bu deyim, kışın karlı ve soğuk havalarda inine kapanarak, tabanlarının altını yalamak suretiyle karın doyurmaya uğraşan ayıların hareketinden alınmadır. Çünkü ayılar kışın arasa da yiyecek bulamaz hareket edecek olsa da, boşuna enerji tüketmiş olur. Bunu iyi bilen ayılar kış uykusuna yatar. Ayağını yalamakla yetinir yazın gelmesini bekler. Başka yapacak bir şeyi yoktur. ÇAM DEVİRMEK, POT KIRMAK Başkalarını kızdıracak, üzecek, gereksiz, münasebetsiz söz söyleme anlamında bir deyimdir. Zengin bir adamın, Göztepe Erenköy taraflarında, sekiz on dönüm bahçeli, büyük bir köşkü varmış. Adam bu bahçenin bir köşesine bir bina daha yaptırmaya karar vermiş. Eski binalar hep ahşap yapıldığı için, gereken keresteyi tomruk halinde getirtmiş ve inşaat yaptıracağı yere istif ettirmiş. Bu tomrukların içinde çam, gürgen, meşe ve ceviz ağaçları da bulunuyormuş. Sayfiye mevsimi olmadığı için Nişantaşı"ndaki konağında oturan zengin adam bir sabah, köşküne gitmiş ve köşkün saf bekçisine emir vermiş -Bir hızarcı bul, bahçedeki ağaçların arasındaki çamları biçtir, tahta ve kalas yaptır demiş. Saf uşak da efendisinin emri üzerine hızarcıları bulmuş. Çam tomrukları yerine, köşkün bahçesinde ne kadar kıymetli çam ağacı varsa kestirip devirmiş. Bu akılsız uşağın adı, çam deviren uşak kalmış. ANA GİBİ YAR BAĞDAT GİBİ DİYAR OLMAZ Dilimizdeki ”Ana gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz.” sözünün aslı muhtemelen ”Ane gibi yar; Bağdat gibi diyar olmaz.” şeklindedir. Çünkü sözün aslındaki Ane kelimesi Bağdat yakınlarındaki sarp bir uçurumun kuşattığı dik bir geçidin adıdır. Bağdat gibigüzel şehir Ane gibi de sarpama manzaralıyaruçurum olmaz demeye gelir. Ancak siz Bağdat’ın Osmanlı Türk'ü için önemine bakınız ki oradaki Ane’yi anne yapıvermiş. Tıpkı” Yanlış hesap Bağdat’tan döner.”sözüyle Bağdat’ın eskiden beri bir ilim merkezi olduğunun altının çizilmesi gibi. İKİ DİRHEM BİR ÇEKİRDEK Giyim kuşamına özen göstermiş şık ve süslü kıyafetleriyle dikkat çeken insanlar hakkında sık sık ”iki dirhem bir çekirdek” sözü kullanılır. Bu yakıştırma ağırlık ölçüsü olarak okkanın kullanıldığı eski devirlerden biliyorsunuz bir okka bugünkü ölçülerle 1283 gram dört yüzde birine dirhem adı verilir Şimdiki gram ile aynı birim olduğunu sanarak gram diyecek yerde dirhem denilmesi hatalıdır.. Dirhem daha ziyade hassas teraziler için kullanılan bir sarraflar dirhemden daha hassas ölçümler için bir ağırlık birimi daha kullanırlar. Buna çekirdek denir ki toplam 5 santigram karşılığıdır. Eski devirlerin en kıymetli parası olan bir Osmanlı altını toplam iki dirhem bir çekirdek ağırlığa sahiptir. Bu durumda süslenmiş kimselere iki dirhem bir çekirdek yakıştırmasında bulunanlar mecaz yoluyla onlara altın demiş olurlar ki bizce pek zarif bir nüktedir. GÜME GİTMEK Zamanında yeniçeriler suçluları yakalayıp zindana kapatırlarken "Hoooopp gümm!" şeklinde nara atarlarmış. Ancak aynı "kurunun yanında yaş da yanar" atasözünde olduğu gibi bazen zindana atılanlar arasında suçu olmayanlar yani masum kişiler de bulunurmuş. İşte halk suçsuz bir vatandaşın zindana atıldığında günahsız yere hapse götürülüyor anlamında "Adamcağız güme gitti, yazık oldu." demiş. DEVLET KUŞU KONMAK Bir rivayete göre, vaktiyle İran"da hükümdarlar öldüğü zaman, bütün şehir halkı sarayın önündeki meydanda toplanırmış. Sarayın balkonundan, adına devlet kuşu denilen bir kuş uçurulur, kimin başına konarsa, o adam ülkeye hükümdar olurmuş. Gerçi tarihte, gerek İsa"dan önce İran"da yaşayan Medler ve Persler, gerek İsa"dan sonra yaşayan kavimler zamanında, böyle garip bir yolla hükümdar seçildiğini gösterir bir kayıt yoktur; üstelik böyle bir seçim yapılmış olması, mantığa da uygun düşmemektedir. Ama hak etmediği yerlere, şans eseri gelenler için, "başına devlet kuşu kondu" denmesi, yukarıda sözü edilen masaldan gelmiş olsa, yerinde ve anlamlı bir sözdür. ÇİZMEDEN YUKARI ÇIKMAK Bilmediği işe, yetkisi dışındaki konuya karışmak anlamında bir deyimdir. Fransız ressamlarından Delacroix Paris"te bir resim sergisi açmıştı. Sergiyi gezenlerden bir kişi, büyükçe bir şövalye tablosunun önünde uzun süre durarak, yakından uzaktan ciddi ciddi seyreder, beğenmediğini belirten bir biçimde de başını sallarmış. Bu durum ilgisini çeken ressam yanına gelerek sormuş. -Bu tablo ile çok ilgilendiğiniz belli oluyor. -Evet demiş adam. Şövalyenin çizmesindeki körük kıvrımlarında hatalar var. -Pekiyi nasıl anladınız, işiniz bu mu? -Ben kunduracıyım, çizme dikerim. deyince ressam hemen tuvalini ve boyalarını getirerek adamın söylediği biçimde çizmeyi düzeltmiş ve gerçekten daha iyi olduğunu görmekten memnun olarak adama teşekkür etmiş. Fakat adam yine tablonun başından ayrılmadan, bu kez de şövalyenin pantolonunda ve kemerinde de hatalar olduğunu belirtince bu çok bilmişliğe dayanamayan ressam, -Bak dostum demiş, sen kunduracısın, çizmeden yukarı çıkma! KOZUNU PAYLAŞMAK Koz ceviz manasına Kastamonu'nun iki köyü arasında ortak olarak kullanılan bir cevizlik toplama mevsimi gelince bir gün belirlenir ve iki köy halkı cevizlikte buluşur cevizleri her seferinde haksızlık olduğu ileri sürülerek kavga olay öyle bir seviyeye geldi ki köylerde kavgaya müsait eli sopa tutan delikanlılar koz paylaşma gününden önce günlerce hazırlık yaparlardı. Bir ana oğlunun büyüdüğünü anlatmak için "Benim oğlan, kozunu paylaşacak çağa geldi." derdi. FOYASI MEYDANA ÇIKMAK Kuyumcular yaptıkları yüzük küpe gerdanlık gibi ziynet eşyalarının üzerine mücevherin ışığı daha iyi yansıtması ve parlaklığının artması için FOYA adı verilen bir madde sürülen bu foya duruma foyası çıkmış denilir. Halk arasında yalan söyleyen sahtekarlık yapan kişilerin yalanları ortaya çıktığında "foyası meydana çıktı" şeklinde benzetme yapılır. KARAMANIN KOYUNU SONRA ÇIKAR OYUNU Olağan görünen bir işin altından başka şeyler çıkabilir. Karamanoğullarıyla, Osmanlı Devletinin kıyasıya savaşa tutuştuğu yıllarda, Karaman halkı savaşlardan çok çekmiş; ezilmişler, evleri, barkları, malları çok zarar görmüş. O devrin uluları toplanıp, "Bu kardeş kavgasını tatlılığa bağlıyalım" diye kurultay kurmuşlar. Karaman Beyi ile Osmanlı Beyi'ni Konya'ya çağırmışlar, her iki tarafın şikayetini dinlemişler. Sözü tatlıya getirip, her iki beye de, bir daha savaş yapmamaları için yemin ettirmişler. Karaman Beyi yemin ederken, elini koynunua götürerek "Bu can burada kaldıkça, Osmanlı'yı kardeş bilip, kılıç çekmeyeceğime söz veriyorum" demiş. Fakat kurultaydan çıkan Karaman Beyi, kaftanının altından bir kuş çıkarıp salıvermiş ve "İşte can çıktı söz bitti" demiş. Karaman Bey'inin koynundan kuş çıkarıp salıvermesinden sonra bu darb-ı mesel halk arasında yayılmıştır. Eli Kulağında Gerçekleşmesi pek yakın olan işler hakkında “Henüz olmadı ama eli kulağında” deriz. Bu deyimin kaynağı Asr-ı Saadet’te Bilal-i Habeşi’ye kadar uzanır. İslamiyet yayılmaya başlayıp da müslümanların sayısı artınca, namaz için onları biraraya toplamak üzere ezan okunması kararlaştırılmış ve sesi güzel olduğu için Habşistanlı eski köle Hz. Bilal, bu vazifeye seçilmişti. Ne var ki Medine’de nmüşrikler ve diğer dinlere mensup olanlardan bazı tahammülsüz insanlar, ezan okunurken sesi duyulmasın diye gürültü yapmaya, çocukları toplayıp Bilal-i Habeşi ile alay etmeye başlamışlardı. Bunun üzerine Hz. Bilal, ellerini kulaklarına tıkayarak ezan okumaya başladı biilahare müezzinler ellerini kulaklarına tıkamyı bir tür Bilal-i Habeşi sünneti gibi gördüler ve ezanı öyle okudular. Eskiden birisi yakındakine, - Ezan okundu mu, dediğinde, eğer vakit çok yakın ise, - Okunmadı ama müezzinin eli kulağında; dermiş. İŞİ İNADA BİNDİRMEK iş inada bindinin öyküsü.. adamın biri hayatında hiç namaz kılmamış . bunu bilen bir arkadaşıda yahu şu mübarek ramazan bari bir-iki rekat namaz kıl demiş. o da tamam tamam rekat deyip .akşam teravih namazına gitmiş. teravih başlamış .bir-iki-dört derken namaz devam ediyor. bir camdan kafasını uzatıp cami önünde bekleyen oğluna , evlat sen eve git bu iş inada BORU DEĞİL BU Bu boru değil? Eskiden askeri okullarda nerdeyse bütün işler borunun verdiği sese göre bu boru sesine göre hareket ederlermiş. Kalk borusu,yat borusu ,karavana,paydos,derse gir,dersten çık ,istirahat bir çok boru sesi. Hikayenin geçtiği askeri lisede o gün ,sınıf kıdemlisi öğrenci, sınıfa dalar. -Çocuklar size havadisim var! Duydunuzmu? diyerek bağırır. Diğer öğrenciler de –Duymadık !.Ne ise borusu çalar biz de duyarız .demişler. Kıdemli öğerencide -Çocuklar! bu boru değil .Yarın yeni padişah tahta var. Sınıf komutanın özel emri var. Bütün dersler paydos demiş. Diğer öğrencilerde çok sevinirler bu işe. O günden sonra o okul ve diğer okullarda öğrenciler aralarında konuşmaya başlamadan önce, -Dinle ! Bu boru değil .Anlatacaklarım çok önemli ... diyerek lafa başlarlarmış Yanlış hesap, Bağdattan döner. İstanbul kapalı çarşıya kervanlar siparişleri kumaş,kürk,baharat neyse sonra tüccarlardan paraları tahsil edilirmiş. Yine bir alış veriş sonrasında, tüccarın biri hesap yaparken dört işlem hilleri ile kervancıyı 400-500 altın içerde bırakır. Hesaptaki yanlışlığı anlayamayan kervancı Bağdat –Hicaz ve Mısıra seferine çıkar. Tüccarda, şimdi bu Mısırdan altı-yedi ayda zor bu parayı işletirim. diye düşünür. Kervancı yol uzun ,zaman bol bütün hesapları tekrar tekrar inceler. Tüccarın yaptığı hileyi Bağdat’a girmek üzereyken,kervanı oğlu vv güvendiği bir kişiye emnet eder, -Siz beni Bağdatta bekleyin. der. İyi bir Arap atı alıp dört nala İstanbula dönmeye başlar. Yolda, bu adam bu parayı hemen öyle vermez diye düşünüp bir plan dostlarında plan için yardım ister. Ertesi gün tüccarın dükkanına iki kadın gelir. Tüccara , -Sorup soruşturduk bu civarda en dürüst ,en güvenilir kişi Hicaza bu iki çantayı emanet etmek Çantaları açıp tüccara için envayi çeşit müccevher. -Olurda gelemezsek bunlar size helali hoş bir dua okutur,belki bir hayrat Bunları duyan tüccar sevinçten hürmet ,ziyafet. Bu sırada kervancı içeri girer, Bunu gören tüccar ,daha kervancı lafa başlamadan , -Yahu hesapta bir yanlışlık olmuş .paralarını tenbihledim,eğer ölürsem kervancının parasının mutlaka kul hakkı yemem kardeşim. der. Parayı hemen verir. Bu sırada kadınlar, –Biz bu sene gitmekten vazgeçtik .Kısmetse seneye !.deyip dükkan çıkarlar. Oyuna geldiğini anlayan tüccar ,kervancıının peşinden koşup , -hani sen mısıra gidecektin .yaktın beni! diye bağırır. Atına binen kervancı, -yanlış hesap adamı Bağdattan ve yoluna gider. Mürekkep yalamak Eskiden mürekkeplerin içinde bezir isi denilen bir madde yapılan yanlışlıklar ancak yalamak yoluyla giderilirmiş. Okuma-yazma bilen kişiler az olduğundan ,bir,iki satır yazacak kişiler el üstünde yalayanlar üstün sayılırmış. Asayiş Berkemal Sultan Abdülazizin son yıllarında Musul ve Bağdat gibi illerde toplum içi anarşik olaylar ve çevresinde yabancı devletlerinde etkisi ile iyice asayiş bozulur. Durumları İstanbuldan gizlemeye çalışan devrin yetkilileri , Vilayet gazetesine her baskısında şu şekil manşet atarlardı ’Saye-i asayiş –vaye-i padişahide ,vilayetin her bir tarafında emn-ü asayiş berkemaldir..’’ Yine büyük olaylardan sonra ertesi gün aynı manşet verilince , Bölgenin ünlü şairlerinden Kerküklü Şeyh Rıza Efendi dayanamayıp Aşapıdaki beyti yazıp gazeteye gönderir. ’Katl ü nehb-i eşkiyadan millet oldu payimal, Emn-ü asayiş yine,elhamdülillah berkemal!!’’ Allaha şükür asayiş yinede sağlanmış durumda.> Aklım kesiyor. Ünlü bir hekim olan İbni Sina aynı zamanda matematik konusunda deha seviyesindeymiş. Babası onu çocukken matematik konusunda hassas eğitim veren bir okula İbni Sina cebir,geometri bir türlü beceremez,okuldan korktuğundan ,eve dönmez bir kervana katılır. Kervanbaşı en küçük yaştaki İbni Sinayı su alması için bir kuyuya gönderir. Sapına ip bağlı kovayı kuyudan çekerken,ipin sürtündüğü taşı kestiğini görür. Ve kendine sorarbu ip taşı nasıl keser? Biraz daha düşünürip çok uzun zamandır,bu taşa aynı yere sürekli sürtüne sürtüne demekki taşı kesebiliyor. Madem ip bile taş kesiyor,benim aklım niye cebiri kesmesin? der. Okuluna döner ve bildiğimiz tıp dehası İbni Sina olur. Balık kavağa çıkınca Eski İstanbul şimdiye göre tam anlamıyla balık ve balıkçı şehiriymiş. Tutulan balıkların satılması Yemiş iskelesi ve Balık pazarından başlayan ve bu merkezlerin etrafında mahalle mahalle büyüyen pazarlarda yapılırmış. Balığın çok fazla çıktığı günlerde ise, Tophane’den Rumeli Kavağına ve Üsküdar’dan Anadolu Kavağına kadar her yere çeşitli vasıtalarla götürülüp satılırmış. Fiyat kırmak isteyen yada çok düşük fiyata almak isteyen müşterilerinede balıkçılar, -Oooo! O fiyatı ancak balığı kavağa çıkardığımızda satarız Bu işin altında bir Çapanoğlu var. Çapanoğlu Ahmet Paşa ,Yozgat şehrinin kurucularındandır. 1764 Sivas valisi iken görevden alınır, bir süre sonrada büyükoğlu Mustafa bey daha sonra Süleyman bey geçer. Süleyman bey Yozgatı imar ettikten sonra,Ankara,Amasya,Elazığ,Maraş,Niğde ve Tarsus gibi illeri idare etmeye başlar. Çapanoğullarının bu ünü her yana halk arasında değil ,devlet adamları arasındada ’Çapanoğlu’’ ismi ünlü olur. Rivayete göre ,devlet adamlarından biri,halktan bazı insanların aleyhine verilecek kararı sonuçlandırmak için soruşturma yaparken ,Çapanoğullarından birinin adıda bu olaya karışır. Çapanoğullarının nüfuzundan çekinen diğer bir memur, ’bu işi fazla kurcalamayalım bence,altından bir Çapanoğlu çıkar’’ der. Soruşturma aynen kapatılır. Ateş Pahası Kanuni Sultan Süleyman, adamlarıyla birlikte avlanmaya çıkmıştı. Bir ceylanın peşinden koşarlarken zamanın nasıl geçtiğinin ayırdına varamadılar. “Biz nerelere geldik böyle?” diyerek çevrelerine bakındıklarında hava kararmaya yüz tutmuştu. Gök kararmakla kalmamış, şiddetli bir rüzgar ve ardından da savruntulu bir yağmur bastırmıştı. Hünkar ve adamları, bu dağ başında bulabildikleri bir kulübeye kendilerini zor attılar. Sığındıkları kulübede, geçimini odunculuk yaparak sağlayan yoksul bir köylü yaşıyordu. Adamcağız bu Tanrı konuklarını içeri aldı, onlara elinden geldiğince yardımcı olmaya başladı. Padişah kendini özellikle tanıtmak istememişti; ama yoksul oduncu onun kim olduğunu anlamakta gecikmedi. O nedenle ocağa büyük büyük odunlar atıp kulübeyi iyice de sıcacık çorba ikram etti. Dışarıda hem ıslanıp hem üşüyen padişah ve adamları bu durumdan pek memnun kalmışlardı. Geceyi orada rahatça geçirdiler. Hatta padişah bir ara çevresindekilere, “Doğrusu şu ateş bin altın eder” diye de söylendi. Ertesi gün yola çıkmadan önce padişah oduncuya önce memnuniyetini bildirdi “Efendi! Bizi ihya ettin. Harlı ateşin sayesinde geceyi pek rahat geçirdik” dedi ve sordu “Söyle bakalım borcumuz ne kadar?” Oduncu, kırk yılda bir eline geçen bu olanağı değerlendi ve parayı biraz yüksek söyledi “Bin bir altın yeter, beyzadem” dedi. "Çok fazla istemedin mi?"diye soran padişaha. "Yemek ve yatak bedeli bir altın,ateşin bin altın ettiğini de zaten siz söylediniz."dedi. Padişah adamın kıvrak zekası karşısında gülümsedi ve bin altını ödedi. TABAKHANEYE YETİŞTİRMEK Çok değil, otuz - kırk yıl öncesine kadar tabakhaneler, yani zavallı hayvanların derilerinin işlendiği atölyeler köpek boku için yanar tutuşurlarmış. Çünkü bir tek taze köpek boku içinde bekletilen deri yumuşacık, kıl köklerinden arınmış, gözenekleri açık, ince, homojen yani kaliteli olabilirmiş. “Tabak mısın; it bokuna muhtaçsın”, denirmiş “tabak”lara “debağ”lara, yani deriyi işleyip kullanılabilir hale getiren meslek erbabına. Ham deri, kıllardan, yağ ve et tabakalarından mekanik olarak temizlendikten sonra kimyasal olarak işlendiği sama safhasında, taze köpek bokundaki enzimlere ihtiyaç duyulduğundan tabakhanelerin olduğu yerleşim yerlerinde çoluk çocuk ellerinde teneke maşrapalar, köpek boku toplarlar, sama işlemi ancak dumanı tüten taze bokla yapılabildiğinden koşa koşa tabakhanelere yetiştirirlermiş. Tabak gezer, dolap süzer; taze aşkına tabakhanelerde yaygın olarak köpek beslenirmiş. Derken yapay olarak yeni kimyasallarla da aynı sonuç elde edilmeye başlanınca köpeklerin de, toplayıcıların da pabucu dama atılıvermiş – “tabakhaneye yetiştirmek” de yeni kuşakların nereden geldiğini bilmediği, merak ettiğini de sanmadığım bir deyiş olarak - belki de içinde kelimesi geçtiğinden - günümüze kadar gelebilmiş. BURNUNDAN FİTİL FİTİL GETİRMEK Nankörlük, haramzadelik ve ihanet hallerinde beddua manasıyla kullandığımız bu deyimdeki fitil fetil kelimesinin eskiden kullanılan 4 anlamı vardır 1. Lamba fitili 2. Ovalamakla deriden çıkarılan yuvarlak kir 3. Yaraya konulan pamuk 4. Örgü Bu anlamların hemen hiç biri yukarıdaki deyime tam uygun gözükmüyor. En sondaki örgü anlamı biraz eski işkence tarzlarını hatırlatıyoryer yer düğüm atılmış olan bir yumak ipliğin ucunu suçlunun burnundan ağzına sarkıtıp bir ileri bir geri sararak işkence yapıldığını Evliya Çelebi yazar ve dolayısıyla bir beddua elverişli görünüyorsa da deyimde geçen fitil kelimesi bir ağırlık ölçü birimi olarak bambaşka bir anlam taşır. Dirhemin dörtte birine denk, dengin dörtte birine kırat, kıratın dörtte birine fitil denir. Bu durumda fitil dirhemin kesirlerinden biri olarak muhtemelen bir damla kan ağırlığında olmalıdır ki hakkı yenilen kişinin hakkı, eylediği beddua gereği zalimin burnundan damla damla fitil fitil gelebilsin. Alıntıdır .... Özgeçmiş Önyazı Özgeçmiş hazırlama Referans İş arama Doğru başvuru İş görüşmesine hazırlık İş arama trendleri İşsizlik

10 yıl sonra kendini nerede görüyorsun kompozisyon örneği